top of page
Betül Yazgan Çicek 2018 Kasım

BÜTÜN SÖZLERİN MANASIDIR O (SAV.)

Pişmek yanmak kadardır der bilenler. Bu yanışın en hayat vereni de AŞK’tır şüphesiz!

Aşk öyle bir ateştir ki ruhu bin türlü kirden arındırır. Yandıkça itibar kazanır âşık, yandıkça artar rütbesi. Ne kadar çok yanarsa o kadar çok pişer bu aşk yangınında! Çünkü bütün dertlerinin çaresidir aşk! Çünkü kâinatın özüdür.

Lafzı üç harfle beş noktaya sığan aşkın hürmetinedir yaradılış. O’nun (sav.) hürmetinedir varlık, O’nun hürmetinedir (sav.) madde ve O’nun (sav.) hürmetinedir mânâ! Ve O’nda (sav.) vücut bulur aşk… O’na (sav.) olan sevginin sırrındandır aşkın kapısına zavallı bir dilenci gibi varıp da kalp âleminde muhteşem bir sultana dönüşmenin. Bu yüzden vazgeçilemeyendir. Ne diyordu Üstâd Fuzulî Ka’be’nin kapısında bir an ayrı kalmaktan elemlere düştüğü aşk belası için,

Yâ Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni

Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni

 

Dönüştürendir aşk! Temizleyen, arındıran, saflaştıran… İster ateşe teşbih edin ister hayat bahşeden suya; aşk, gedâdan sultan çıkarandır! Çünkü aşkın özü “Muhammed Resûlullah”tır!  

Sıddıkiyetin, bağlılığın, umudun ve kulluğun sırrıdır Resûlullah’a (sav.) duyulan aşk. Öyle diyor Resûlullah’ın (sav.) zamanımızdaki seçkin varislerinden olan Hüdaverdi Hazretleri (ks.) Divan’ında:

“Ey risâlet tahtının şahı, Habib-i Kibriyâ

Ey saadet zirvesin mahı, Muhammed Mustafa.

 

Zikri cemilinle olur cümle cihan payidar

Hilkat-i âlem mâderisin Muhammed Mustafa.

 

Çün gubârı makdeminden hâsıl oldu kün fe kân

Âlem, nur-ı vechin pertevi, Muhammed Mustafa.”[1]

 

Varlığının hürmetine âlemler yaratmayı dileyince Hakk, yaratılmış her ne var ise O’na (sav.) adanmış oldu:

“Âlem-i suğra, yanında hiç denecek bir nesne

Âlem-i kübrâ vücudun, yâ Muhammed Mustafa!

Yerde, gökte ne var ise nurundan oldu nümâ

Çünkü Kur’ân-ı azîmsin, yâ Muhammed Mustafa!”

 

Ve O’na (sav.) adandı bütün sözler, bütün anlamlar, bütün kelamlar… Adının geçmediği her söz uçup gitti, O’na (sav.) adanmayan her şiir yokluğa mahkûm edildi. Çünkü Cenab-ı Hakk, Habibini (sav.) Kur’an-ı Kerim’de anıyor idi:

“Âlemler Rabbi, övüyor seni yüce Kur’an’da,

Güzellerin güzelisin, yâ Muhammed Mustafa!

Hiçbir fâni erişemez senin yüce katına,

Allah’ın yaranı Sensin, ya Muhammed Mustafa!”[2]      

Mevcudiyetini O’nun (sav.) hatırına borçlu olmayan tek bir zerre var mıydı ki âlemde? İlk nefeste son nefeste, hem firkatte hem vuslatta O’ndan (sav.) ziyade inşirah var mıydı peki mümin kalbe?

“Benim dünya ve ukbâda Muhammed Mustafa canım,

Ne var ne yok bütün varım Muhammed Mustafa canım.

Gerek vuslat anı bastım, velev firkat anı kabzım,

Her ikisinde de mestim, Muhammed Mustafa canım.”[3]

Günah yüküyle yol alırken düşe kalka, ukbâya dair umuduydu ümmetin, O’nun (sav.) şefaatine ermek. “Ümmetî, ümmetî” deyişini işitmişçesine bin bir ümitle beklerken kapısında ‘aman’ dilemenin yegâne çaresiydi Hakk katındaki hatırı:

“Bu cürmümle bu isyanım, göğe çıktı istirhamım

Kebâirdir her evkâtım, Muhammed Mustafa canım.

Şefaat ümmeti benim, şifa bahşi senin lütfun

Aman ismi benim zikrim, Muhammed Mustafa canım.”

Her sesin, her sözün mana tacıydı O’ndan (sav.) istenen şefaat. Çünkü O’na (sav.) ümmetlik, alelade bir insana verilebilecek en büyük pâye, bahtına düşebilecek en güzel talihti:

“Şefaatin cümleyedir, hem sağîre hem kebîre,

Ol şefaat-kânı sensin, yâ Muhammed Mustafa!

Ne büyük devlet ki bize, sana ümmet olmuşuz,

Şefaatin daim olsun, yâ Muhammed Mustafa!”

Bahardı O’nun (sav.) gelişi… Seher vakti gülün başında ah u zar eyleyen bülbülün nalânından az değildi cemaline hasret olanların âhı. Bağrındaki yaraların kanından güle renk verdiği söylenen bülbül görse idi O’na (sav.) hasret gözlerden akan yaşları, hayâ ederdi gülün rengi benim bağrımdaki yaradandır demeye bir daha. Yoluna ten de fedaydı can da!

“Liyâkat ver de sultanım, şifâ bulsun bu ten, canım

Şefaat kıl benim şahım, Muhammed Mustafa canım.

Bu ahı eğinim dinmez, cemalin görmeden bitmez,

Bütün ahım, bütün vahım, Muhammed Mustafa canım.”

Gönüller sultanıydı O (sav.)… Ardı sıra sevdalılarını hasret ateşlerine yakan ama yangınıyla hayat sunan bir Sultan…

“Canımın cananı Sensin yâ Muhammed Mustafa!

Derdimin dermanı Sensin yâ Muhammed Mustafa!

Hasretinle yanmaktayım, tâ-be-seher, de-be-dem,

Gönlümün sultanı Sensin yâ Muhammed Mustafa!”

O’nsuz hayat da yoktu umut da… Adının anılmadığı dualar yitik, O’nu (sav.) anmayan diller eksik, O’nsuz (sav.) gönüller virân…

Mahrumiyetinden Allah’a sığındığımız adı hastalara şifa, dertlilere deva, gönle sefa idi:

“Mahrum etme, ver ilahi bu sevgiyi her zaman

Gönlümün ateşi bu sevgiyle artsın an be an.

Hüdaverdi virdin olsun, Ahmed, Mahmud, Muhammed

Bilin dostlar Muhammed’siz muhabbetten yok umut.”

 

 

[1] Hasan Burkay (ks.), Hüdaverdi Divanı, s.10

[2] Hasan Burkay (ks.), Hüdaverdi Divanı, s.84

[3] Hasan Burkay (ks.), Hüdaverdi Divanı, s.86

bottom of page