ALÂEDDİN ATTÂR (K.S.)
Alâeddin Attâr ibn Muhammed (k.s.), Hicrî 735 yılında Recep ayının birinci pazartesi günü, Havarügün şehrinde dünyaya teşrif buyurdu. Hicrî 802 yılında Recep ayının yirmisinde çarşamba günü, altmış yedi yaşında iken, Nev Çiganiyan köyünde âhirete irtihâl etti. (*)
Silsile-i Saadâtın on yedinci altın halkası olan bu zât, Pir-i tarikat ve gavs-ı hakikat Hâce Bahâüddin Nakşibend hz.’nin damadı, hulefâ ve ihvânının akdemi ve ekmelidir. Hâce Bahaeddin hz. hayatta iken ekserî tâlibleri, Alâeddin hz.’ne havale eder ve buyururlardı ki: “Alâeddin, bizim hayli yükümüzü hafifletmiştir.”
Esas ismi Muhammed Alâeddin bin Muhammed-ül Buharî’dir. Aslen Harzem’li olup, Seyyid Şerif Cüdcânî’nin mürşîdidir. Bu büyük zâtta velîliğin tamamı ve kerâmetin en üstünü eksiksiz olarak mevcuttu. Teveccüh ve nazarları ile, bir çok talebeleri-seyr-i sülûklarını tamamlatarak-kemâl mertebesine yükseltmiştir.
Bedeni uzun ve nazik, rengi buğday rengini andıran sarıya yakın, gözleri kırmızı ve hastalıklı, sesi çok güzel ve tesirli idi. Pederleri Muhammed-ül Buharî’nin, Hâce Mübârek ve Şehâbeddin adında iki oğlu daha vardı. Alâeddin hz. babasının vefatından sonra, miras kabul etmeyerek, Buhâra medreselerinden birinde kemâl-i tecrîd üzere ilim tahsiline başladı. Kendisindeki istidâdı gören Hâce Bahâüddin Nakşibend hz. onu, medresedeki fakirâne hücresinden aldı. Büyük bir mahviyyet ve tevâzû göstermesine rağmen damat edindi. Maksâd-ı mahsûsla, yalın ayak ve başında tabla ile Buhâra çarşısı ve mahallelerinde elma sattırdıktan sonra tarikat tâlim buyurdu.
(*) Kabrinin Bursa’da Pınarbaşı kabristanlığında-Mevlevîhane karşısındaki büyük selvinin altında-olduğu, Şerafeddin hz. tarafından söylenmiştir. Şerafeddin hz. oraya bir türbe yaptırmak istemişse de Alâeddin hz., böyle kalmasını daha uygun görmüştür.
İlk zamanlarda Hâce Nakşibend (k.s.) Alâeddin hz.’ni, meclislerinde yanına oturtur ve ara ara kendisine teveccüh ederlermiş. Bunun sebebini soran bazı mahremlerine:
-
“Kurt yemesin diyedir” yahut “Ben onu hatırıma getirdiğimde, Beytullâh’ı görür gibi olurum” derlermiş.
Hâce Attâr naklediyor:
- Hâce Bahaeddin hz.’ne ilk intisâbım sırasında Ramitiyn’de, tarikat ehlinden bir kimse ile “gönül” hakkında konuştuk. Ben, “Gönlün mâhiyetini bilmediğimi” söyledim. Yanımdaki zât: “Benim indimde gönül, üç günlük ay gibidir” demişti. Bu tarifi, Hâce hazretlerine arz ettim. O esnada ayakta duruyorlardı. Mübârek ayaklarını, ayağımın üzerine koydular. Bende azîm bir keyfiyyet hâsıl oldu ki; cem’i mevcudâtı, kendimde müşâhede eyledim. Bu hâlden sonra kendime gelince, buyurdular ki: “Gönül budur. O dervişin dediği, değildir. Gönül hâlini, sen nasıl idrâk edebilirsin? Gönlün ululuğu beyâna gelmez. Her kim ki, gönlü bildi; maksûdu bildi. Gönlü bulan, maksûdu bildi. Gönlü bulan, maksûdu buldu” buyurdu.
Alâeddin Attâr hz. buyuruyor:
- “Mübtedî sâlik için kalbini rehbere bağlamak elzemdir. Zira pîr veya delîl, ilâhî hakikatın aynasıdır. Kendisine teveccüh etmek, sâliki fenâya ve cezbeye götürür. Terk’in hakikatının cezbesiz hâsıl olması imkânsızdır. Bu yüzdendir ki, mübtedî tâlip sülûkunun evvelinde Pîr’e taallûku nefyetmemelidir. Tâ ki, mâsivânın nefyine sebep olan cezbeyi ele geçirsin. Yoksa sülûktan düşer, fenâ zevkine erişmekten mahrum kalır. Muhakkaktır ki, her şeyi yerine nefyetmek muvâfıktır. Fakat müntehî sâlik için râbıtaya lüzum kalmaz. Çünkü müntehî, terkin hakikatına erişmiştir. Ona her şey, Cemâl-i Mutlak âyinesi olmuştur. Vücûdun künhüne mazhâr olduğundan; nazarında deryâ ile katre, güneş ile zerre birdir. Bu mertebeye vâsıl olmuşlar için, Cemâl-i Mutlâk’ı mürşîd aynasından görmek kayd ve noksandır.”
Buhâra’da ulemâ arasında, Cenâb-ı Hakk’ın görülüp görülemiyeceği hakkında bahis açılmıştı. Ulemânın Hâce Alâeddin Attar hz.’ne itikâdı olduğundan, kendisini hakem kabul etmişlerdi. Hâce hazretleri, mutezile mezhebine mâil ve rü’yet-i münkîr olanlara demiş ki:
-“Üç gün muttasıl tahâret-i kâmile ile bize gelip, sükût üzere meclisimizde oturun; ondan sonra hükmedelim.”
Ulemâ, üç gün devamlı sohbetlerinde sükût ile oturmuşlar. Üçüncü günün sonunda öyle bir keyfiyyet ve bîhodluk hâsıl olmuş ki, tahammül edemeyip yere düşmüş ve yuvarlanmaya başlamışlar. Kendilerine geldiklerinde kalkıp, tevâzu ve niyâz ile:
Hâce Ahrâr hz. nakletmişlerdir ki:
“Teveccüh ve murâkabe esnasında Muhammed Pars hz.’nin, kendisinden geçtiği çok vakî olurmuş. Alâeddin Attar hz.’inde ise, şuur ve vukûf hâli galip imiş. (*) Bu yüzden Hâce Bahaeddin hz. irtihâllerinden evvel eshâbına, Alâeddin Attar’a mutabâatı emreylemiştir. Muhammed Pars da dahil olmak üzere cümle mensûbları, vefatından sonra Hâce Attar hz.’ne bîat etmişlerdir.” Bu keyfiyyet, hilâfet ve verâsetin esrâr ve hakikatleri bakımından mühimdir!
Bu mübârek zât bir seferinde:
-“Sizden bir hasene yahut bir hayır zuhûr ettiğinde öyle küçülün ki; o, hakikî sahibini bulsun, Hak Subhanehu ve Teâlâ’ya gitsin. Sizden yine hasb-el beşer bir günah yahut bir kabahat zuhûr ettiğinde de; öyle büyütün ki yol bulup başka bir yere gitmesin, kindinizde kalsın, def’ine çalışılsın” buyurmuşlardır.
Kalmasın senden eser asla
Kemâl budur ancak
Vârını yok eyle, vahdette
Visâl budur ancak
(*) Erbâb-ı tahkîk, şuur ve sahv halini, gaybet ve sekr hâlinden daha üstün tutarlar.
Hâce Alâeddin Attar hz.’nin sohbetlerinden bir derlemeyi irşâd niyetiyle, teberrüken arzediyoruz:
“Ezelî inâyet önderini görmek, o inâyet sebebi olan ümit varlığını ve arzusunu bir lâhza düşünür olmak; zenginlik satmaktan kendini saklamak; Allahü Teâlâ’nın verdiğini çok saymak; hakikat zenginliğinin gösterişinden korkmak ve titremek gerektir.
Susmak, üç sıfattan ileri gelmektedir ki; bu sıfatlardan uzak olmayınız! Vâki olan hâtırâtın muhafazasında; zikirde olan gönlün mütâlaasında; gönüle keder veren hâllerin müşâhedesinde.
Tehlikelere mâni olmak, onlardan sakınmak müşküldür. Bazıları, “Tehlikelerin itibârı yoktur” derler. Ama mütemekkîn olmaya da dikkat gerektir. Zira onun temkîni ile feyz mecrâsında set vâki olur. Buna binâen dâima, bâtın hâllerini derinden derine araştırmak gerekir. Kendisini boş nefes vermekten zâhiren men etmek, Mürşidin emri ile onun huzurunda gıyâbında tehlikeleri silmek içindir. Böylece mütemekkîn olunur. Zirâ her mâna bir elbise şeklindedir. Kendisini her vakitte zuhûr edecek tehlikeler engelinde boşaltmak gerekir.
Bazen vâkidir ki; mürîde teveccühü ve mücâhedesi esnasında, bir hâl doğar ama hemen kaybolur. Sâlikin bundan gam yememesi gerektir. Zira sebât ve gayret ile, bu tulûât karar kesbeder ve bekâ bulur. Bundan sonra mücâhede bile o kadar meleke haline gelir ki, tâlib kendi ihtiyârı ile fenâ-i fenâya eriştirir. Nefse, Muhammedî bir delîl (mürşid-i kâmil) gerektir ki; ona gönül verip, varlığını onun varlığında ifnâ etsin! Böylece sâlik fenânın son mertebesini bularak, maksad-ı aksâya erişir. “Mülk ve Melekût”-“Ecsâm ve ervah” âlemleridir ki, fenâ-i ef’âl ve fenâ-i sıfat ile geçilir-tâlibin gözünde silinince, fenâ hâsıl olur. Sâlik kendi varlığını da kendinde gizlerse, “fenâ ender fenâ fenâ-i zât” olur.
Kibâr Meşâyih demişlerdir ki: “Muvaffakiyet çalışanındır. Mürşîdin mürîdine yardımı, mürîdin mürşîdin emirlerine gayreti ve itaatı miktarınca olur. Gayret olmadan bu mânânın bekası olmaz; candan sebat lâzımdır. Rehberin tâlibe teveccühünün tesiri birkaç günlüktür.”
Bizim bütün zamanlarımız Hâce Bahâüddin hz.’nin sohbetinde mücâhedeye sarfolundu. Halbuki ihvândan bir günü bile çalışma ile, akşama eriştirenleri az gördüm. Tarikatta asıl muteber olan şey, kendi ahvâlini düşünmek ve kendinden uzak kalmaktır. Yirmi yıl kadar tabiî arzumla, bunu elde etmeye çalıştım.
Kendi hâllerini düşünmenin alâmeti, kendinden geçmedir. Kendini kaybedip, Hak Tealâ Hazretleri ile beraber olmak, aşk miktarıncadır. İrfan derecesindeki sevginin neticesidir. Her kimin ki aşkı ziyâdedir; kendisinden ayrılığı ve Hak’la bulunması ziyâdedir. Mülk ve varklıklar, tâlibe perde olur ve O’nu unutturur. Sâlik’in kendi varlığı dahi kendisine perde olur. Beş vakit namazın sonunda ve ilim müzâkeresinde sonra yirmi defa “Estağfirullah” demek, mezkûr çalışmaya yönelmektir. Cilâyı aynanın yüzüne sürmek gerektir. Aynanın sapına veya yanlarına veya arkasına sürmek faydasızdır. Bu zamanda “zikr-i hafî” ile meşgûl olanlar mide ile derler, kalb ile değil. Maksat çok söylemek değildir. Bir nefeste “Lâ ilâhe illallah” densin. Sağ taraftan başlanıp, kalb üzerine indirilsin. “Muhammedürresûlullah” sol tarafta bitsin. Mücâhedesiz olmaz. Sabahtan önce, akşamdan sonra, hâlvetteyken ve insanlardan ayrı kaldığı an söylesin!”
Hâce Attâr hz., “Tam ihlâsa” misâl olarak şöyle buyurmuşlar:
-“Hallâc-ı Mansur’a sormuşlar:
- Kimin mezhebindensin?
- Rabb’imin mezhebindenim! Demiş.
Ayn-el Kudâti Hemedânî dermiş ki:
-Tâlibin işi mezhep sahibi iledir, mezhep ile değildir.”
Alâeddin hz. bir beytinde:
Sad hezaren kadre-hun ezdil çekid
Tâ nişan kadre-i zan yaftim
yani:
Yürekten sad hezaren katre damladı.
Ki tâ buldum nişan bir katre ondan,
buyurmaktadır.
Hâce Alâeddin Attar hz. son hastalığında, buyurmuşlar ki:
-“Hak Subhânehû ve Tealâ’nın inâyeti ve Hâce Bahâüddin’in nazâr ve himmetleri ile-eğer murâd olunsa-cümle âlem maksûd-u hakikate vâsıl olurlardı.”
Yine son anlarında:
-“Benden zuhûr eden zâhirî hâl tefrikasına meteâllik şeylerle, kendi hâlinizi kıyâs etmeyiniz. Sizler zâhîr ve bâtın huzuruna dikkat eyleyiniz! Riâyet etmezseniz, tefrikaya ve perişanlığa düşersiniz.
Alâeddin Attar hz. irtihâllerinden az önce buyurmuşlar ki:
-“Dostlar ve azîzler gittiler. Elbette o âlem, bu âlemden âlâdır.”
Bu söz üzerine birisi, nazarlarının eriştiği ve sevdiği bir bağ hakkında senâ’da bulunduğunda, cevâben:
-“Toprak daha güzeldir. Bizde bu âleme meyil kalmamıştır. Bundan böyle dostlar gelirler, bizi bulamayıp, mahzûn dönüp giderler!” buyurmuşlardır.
Dervişlerinden birisi, bu büyük insan yüce sultan Alâeddin Attar hz.’ni. âhirete intikâlinden kırk gün sonra rüyasında görmüş. O dervişe buyurmuş ki:
-“Hak Subhanehu ve Teâlâ’nın bize ettiği ihsân, dostlarımızın zamanından daha uludur!”
Hace Âlâeddin Attâr hz’nin hikmetli sözleri
-Riyâzetten maksat cismâni taallukatı nefy edip, ervâh ve hakikat âlemine müteveccih olmaktır.
-Sülûktan maksat odur ki; sâlik kendi ihtiyârı, gayreti ve iktisâbı ile Hak yoluna mâni olan taallukattan geçmektir. Bizim Hâcemiz Bahâüddin hz. bu itibarla, hiç birşeyi veya hâli kendisine nisbet etmezlerdi. İtiyâd ve itinâlarından ötürü, kaftan giyseler, “Bu kaftan falan kimsenindir” diyerek, iğreti gibi giyerlerdi.
-Asıl ilim yönünde, hareket etmek gerektir. Yani Muhyiddîn-i Arabî hz.’nin “Futuhât” adlı eserindeki tâbiriyle: “İman ile ayânı birleştirmek” lâzımdır. Bu bir kemâl ve hünerdir ki, her ârifin kârı değildir; Asfiyâ ve efrâd-ı evliyâ kârıdır.
- Sâlikin yolunu bağlıyan, kendi varlığıdır. Herkesin ilm-i külliyeye erişmesine mâni olan, kendisinin cüz’i iliminden geçmediğidir. Küllî rü’yete mâni olan, cüz’i rü’yetinden geçmemesidir.
-“Mecâz hakikatın köklüsüdür” sözünden murad odur ki; zâhirî ve bâtınî, kavlî ve fiilî olan cümle ibâdetler mecâzdır (taklîddir). Bu tarikin sâlikleri bu ibâdeti işleyip geçmedikçe, hakikata vâsıl olamazlar.
- Her kim bu yola taklîd ile girerse, elbette ki tahkîke de erişir. Hâce Nakşibend bana, kendilerini taklîd etmemi emretmişlerdi. Her nede kendilerini taklîd eyledi isem, muhakkak eser ve neticesini gördüm.
- Kibâr Ârifân’ın kabirlerini ziyaret edenler, o Zevât-ı Kirâm’ı ne miktar anlamışlar ve ne sıfatla o mezara teveccüh etmişler ise; ziyaretlerinden buna göre feyiz alır ve istifâde ederler. Mukaddes kabir ziyaretinde sûret yakınlığının çok tesiri varsa da hakikatte, Kudsî Ervâh’a teveccühte, sûrî uzaklık mâni değildir.
- Feyz-i İlâhî’de kusur olmaz. Kusur sâlikte olur ki, terakkî ve keşfe mâni olur. Gayret, sebat ve riyâzet ile tâlib bu mânileri kaldırınca, mürşîdin rûhâniyetinden bir hâl görünür ki; hayret verir! Ve Cenâb-ı Mustafa’nın “Ya Râb! Sen de hayret ve istigrâkımı arttır!” duâsı o mürîdin niyâzı olur.
- İrâde ve ihtiyârın, Adem oğullarında çok hikmeti vardır. Zira herkesin yolu mânilere, müşküllere uğrar. İrâde kuvveti ve sebatkâr mücâhede ile o mânileri geçmek gerekir. Bilcümle; saâdet ve şekavette, yükselmede ve düşme- de, irâde ve ihtiyârın tesiri çoktur.
- "Cebbâr" sıfatını görür olmaktan maksat, ricâ ve niyâz hâllerinin sâlikte zuhurudur ve Cenâb-ı Bârî'ye istiğfar ve ilticâdır. Bu görüşün alâmeti odur ki; tâlib ibâdet ve münâcâta meyleder, harâbâttan kaçar.
- Tâlibin teveccüh ve mürâkabesi daima, ezelî inâyet cânibine olmalıdır. Bî-minnet nimete intizar etmelidir. Merâtibden ve teâlîden istignâ asla câiz ve makbul değildir. (*)
- Gerektir ki, tâlibin bâtın kıblesi "Zât-ı bâst" ola! Gönül gözü Vech-i Mutlak'tan ayrılmaya; iki cihanda Hâk'tan gayri murâdı olmaya ve her nesi var ise Hak için fedâ eyleye!
(*) Yani lûtufkâr bir bekleme ile, yükselme beklentisi içinde olmalı, azla kanaat etmemelidir.
- Sâdık sâlike lâzım olan odur ki; dâima cismi ile şeriâtta, aklı ve ruhu ile tarikatte ve hakikatte olup, sır ile de (bilâ keyfiyyet) vuslâtta ola!
- Murâkabe yolu, nefy-i isbât yolundan daha alâdır ve cezbeye daha yakındır. Tarîk-i murâkabeden; vezirlik mertebesine ve mülk-ü melekûtu tasarrufa erişilir. Murâkabe erbâbı, diledikleri kalblere nûr verirler. Havâtıra i'tilâları olur. İhsân gözü ile nazar etmeye muktedirdirler.
- Bir pîre "evlen!" demişler. "Ben daha büluğa ermedim" demiş. İnsan velâyete erince akl-ı baliğ olur. Velâyet olmadıkça çocukluk hâlindedir.
-Daima Allah adamlarının sohbetine iştirak etmek, akl-ı maadın ziyâde- liğindendir. Akl-ı maad sahibi o kimsedir ki; teveccühü, mücerredâta ve mâhiyâtadır. Akl-ı maaş sahibi de o'dur ki; meyil ve tahassürü, cüz'iyyet ve şahsiyâtadır. Akl-ımaad sahipleri tahkîk ehli olurlar. Akl-ı maaş ehli de ömürlerini, dünya ile hebâ ederler.
-Sohbet, sünnet-i müekkededir. Sofiyye tâifesi ile çok sohbet edip, bunların âdâbını almak gerekir. Zâhir ve bâtın hâllerinde kendilerine bir sohbette demişler ki: "Matlûb, gayretle azîmettedir. Bizde talebe bile kudret yoktur. Ol taleb dahî sizin inâyetinizdendir.”
- Tehir, kabiliyyet zamanı gelmesi içindir! Bulurlar, yine elden salıverir- ler ve anlamazlar, bilmezler ki, nedendir neredendir?..
- Rüsûm ve âdetleri terk ediniz! Her ne ki, halkın âdetidir; onun hilâfini işleyiniz! Hz. Resûl'ün (s.a.v.) gönderilmesi, beşeriyyetin rüsum ve âdetlerini bıraktırmak içindi.
- Hâce Bahâüddin hz. istidatlı tâlipleri, ilk adımda mürâkabe saâdeti ile müşerref kılarlardı. Ve her ne vakit nazâr-i şerifleri ziyâde oldu ise; tâlibler "derece-i adem'e - yokluk" makamına erişirlerdi. Yani nazâr-i şerifleri daha ziyâde olsa, tâlibi "fenâ" makamına ulaştırırlardı.
Kaddesallahü sırrahül azîz. Allahü Teâlâ azîz olan sırlarının berekâtı ile bizleri de, sırlarını da azîz etsin! (Amin)
Rahmetullahi aleyh rahmeten vâsia.