Bahar Konur Nisan 2018
Dünyanın Sonunu Beklerken
Milyarlarca yıllık yaşlı bir gezegen üzerinde seyahat ediyoruz. Yerkürede insanoğlunun binlerle ifade edilen bir medeniyet geçmişi var. Arkeoloji bize geçmiş milletlerin kültürleri, inanışları savaşları ve sanatları hakkında ilginç bilgiler veriyor. Bugünkü imkânlarla yapılması zor yapılar, sanat eserleri ilmi ve teknik açıdan bizi hayret içinde bırakıyor. Aynı zaman dilimini mağarada yaşayanlarla beyin ameliyatı yapılabilen toplumlar paylaşabiliyordu. Ama hiçbiri herhalde modern çağ kadar doğayı tahrip etmedi. Hatta tabiata saygı duymuş ve zaman zaman ilahi bir anlam dahi yüklemişlerdi.
Oysa modern zamanların insanı kendini inançtan soyutlayıp, aklının emrinde, sekülerleşme ile doğaya çok hor davrandı. Endüstrileşme ve teknolojinin hızla gelişmesi ile havayı, suyu, toprağı kirletti. Bununla beraber tüketimin sürekli teşvik edilmesi artan üretim ihtiyacına binaen hammadde ve kaynak bulma uğruna sömürgeleştirme, savaşlar ve canlıların katledilmesi ciddi boyutlara ulaştı.
İnsanoğlunun iki kanadı: Allah’a Saygı ve Mahlûkata Şefkat
Kulelerde oturmak bizi şair yapmadı. Daha hassas, daha şefkatli ve merhametli olmaktan bahsedemeyiz ne yazık ki! Konfor, rahat, prestijli bir yaşam vaat edilirken, muhafazalı bu yeni şehir gettolarında birbirine benzer imkânlara sahip insanlar kümesine dâhil olmaya ikna ediliyoruz yeknesak bir hayat sürmek için. Artık başımızı kaldırdığımızda şehir ışıklarından dolayı yıldızlar bize göz kırpmıyor. Mevsim geçişlerini büyük şehirlerde tabiat üzerinden gözleme şansımız çok sınırlı.
Faydacılık gözlüğü, kalplerimizi körleştiriyor. Hikmet ve hayret maneviyatın iki can damarıdır oysaki. Sakin ve dingin kalmanın, kendi içine dönebilmenin kıymetinin farkında değiliz. Çünkü oyalayıcı, fazla teferruatlı meşguliyetlerle çevrilmiş ve bu durumu da kanıksamış durumdayız. Tefekkür ve tezekkürümüze nefes aldıracak tabiattan kopuk bir hayat bizi ne kadar canlı tutabilir ki? Zikredemediği için boynu kırık çiçeği hocasına getiren kulağı keskin ve gönlü berrak insanı yetiştirmenin yollarını bulmalıyız. Bu da ancak Allah’a bakan ve Allah’a giden bir yüksek kültür inşa etmekle mümkün olacaktır.
Tarih boyunca İslam medeniyetinin var olduğu her yerde estetik, çevre, sanat, erdem korundu ve gelişti. Çünkü İslam medenidir yani şehir hayatına ve medeniyete davet eder. Merkeze tevhid akidesini alır; zerreden kürreye varlığa hürmet ve şefkat ile muamele ile hem iç hem de dış dünyamızda dengeyi yakalamaya vesile olur.
Entel değil Mümin...
Çevre hassasiyeti entel değil imanî yani imanla ilişkilendirilmesi kaçınılmaz bir meseledir. Kozmos yani kâinatın Yaratıcının eseri olması, elbette mümine sadece fiziki ihtiyaçlarını değil manevi ihtiyaçlarını karşılamada da hizmet etmektedir. Temiz bir atmosfer akçiğerler için gerekli olduğu gibi hassas ruhlar içinde ilham kaynağıdır. Kim bilir kaç tabloya, besteye, şiire vesile olmuştur. Dolayısıyla tabiat kevnî ayetlerdir. İnananların Kur’an–ı Kerim ayetlerine gösterdiği ihtimamı, özeni canlı cansız varlıklar da hak etmektedir. Yüzünde Hakk’ın cemalini seyrettirdiği, kudret kalemi ile okuttuğu âlem olarak kozmosta, soyu tükenen her canlı silinmiş bir âyîne-i Hakk yansımasıdır. Hele en kâmil eser olan insanın ruh ve beden sağlığını olumsuz etkileyecek doğadaki her türlü bozulma ve tahribat büyük bir suçtur. Her varlıkta mühr-ü rahman olması hasebiyle hürmet ve korunmaya haizdir. Müslümanlar olarak bu tip konulara göstereceğimiz ehemmiyet; incelmiş ruh, sağlam bilgi yani yüksek kültür nişanelerimiz olacaktır.
Kelime-i Tevhid ilkesinin hakikatiyle, hem şahsi hem de toplumsal yapımızdaki tecellisi, varlığı bir’leme ve tabiata şefkati gerçek anlamıyla hayata geçirmiş olacaktır.
Fazla her zaman iyi değildir.
Dönüp günümüzü okurken bozulan ekosistemin ürkütücü boyutlara ulaştığını görüyoruz. Teknolojinin nimetlerini kullanıyor olmayı inkâr edelim veya kullanmayalım demiyoruz. Sorun şu ki daha fazlası talebi ve ahlaki ilkelerin işlemediği bu ilerleyişin ciddi problemler oluşturduğu gerçeğidir.
İlginç bir şekilde nüfus artışına paralel gıda ihtiyacını gdo’lu besinlerle, artan üretime güç kaynağı olarak robotları, çıkan yeni hastalıkları iyileştirmek için, -insan ırkını ilerde belki tehdit edecek müdahalelere zemin yapacak- genetik araştırmaların hız kesmeden çözüm aramasıdır. Yani bir yanlışı pek çok zarara sebebiyet verecek şekilde çözmeye çalışmak… Yani kullanıp tükettiğimiz her doğal nimetin yerine yapayını geliştirerek işleri yoluna koyabileceğimiz yanılgısı. Adeta bir meydan okuma içgüdüsüyle bu ilerleyiş, bu hırs huzursuz ve mutsuz kitleler oluşturuyor gitgide.
Birbirini boğazına sarılmak için bahane arayan, bakımına aldığı hayvanlarda hâkimiyet duygusunu tatmin ederken, yüzlerce canlının habitatını( yaşam alanını) pervasızca katleden, sentetik şeyler giyen -yiyen, fıtrat kanunlarına tamamen ters, yapay bir dünyamız var. Elbette dindarlık algımızı da olumsuz etkileyen bir yapının içinde yaşıyoruz ki, melekelerimizin de inkişaf etmesini zorlaştıran bir durum bu. Dolayısıyla müminin doğa ve çevreye karşı son derece duyarlı ve koruyucu olması ertelenemez bir sorumluluktur.
“ İnsanların kendi elleri ile yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu; böylece Allah - dönüş yapsınlar diye- işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor”( Rum; 41)