Betül Yazgan Çicek / Eylül 2017
TEK KUTUPLU DÜNYANIN İŞGAL DEMOKRASİSİ
İnsanlık olarak geleceğimizden hatta bir saat sonraki durumumuzdan bile emin değiliz. Kaygılıyız. Geleceğe korkuyla karışık bir güvensizlik duyuyoruz. Bu korkuyu bastırmak için de ne yazık ki sadece günü kurtaracak eylemlerin peşindeyiz. Çünkü aksinin, bir iç hesaplaşmayla birlikte ciddi bir arayışı da beraberinde getireceğini içte içe biliyoruz. Güvensizliğimiz ise ayağımıza bağ!
Geleceğe bakabilmemizin koşulu sağlam bir yerde duruyor ve ayaklarımızı bulunduğumuz yere sağlam basıyor olmak. Bu nedenle girdiği küreselleşme türbülansındaki en sarsıntılı sürecini yaşayan 21.yüzyılı doğru okumak zorundayız.
Durduğumuz yerin neresi olduğunu tam olarak bilmezsek varlığımıza yönelen tehditleri de asla göremeyeceğiz. Oysa biz tarihi sade yaşamış değil aynı zamanda yazmış ve ona yön vermiş bir toplumuz. Bize sorumluluklarımızı hatırlatan inkar edemeyeceğimiz en büyük gerçeğimiz bu. Fakat bugün Yusuf Kaplan’ın da dediği gibi “Tarihimiz, hafızamız, kültürümüz, anlam haritalarımız sürgit yok edilmeye, yok sayılmaya çalışıldığı için, nereye basabileceğimizi de, nereye doğru yürüyeceğimizi de, dolayısıyla yürüyüşümüzü engelleyebilecek “duvar”ları nasıl aşabileceğimiz de kestiremiyoruz.”
Son yüzyılın şeytan üçgeni…
İçinde bulunduğumuz yüzyılın belli kavramlar üzerinden ince ince işlenen kodları var: küreselleşme, emperyalizm ve hegemonya gibi.
Bu kavramlardan “Küreselleşme (globalism), sadece bir sözcük olarak ele alınırsa hiçbir anlama oturtulamaz. Sözlük anlamıyla “tüm dünyayı kapsayan ve ilgilendiren” demek olan küreselleşme sözcüğü 1970’lerden bu yana çok değişik olguların çok değişik kategorilerde ifade edilmesi için kullanılmıştır. Küreselleşme olgusu varlığını siyasal, ekonomik ve kültürel alanda hissettirir. Ancak çoğu bilim adamı ve araştırmacı ekonomik ve siyasal boyutu ön plâna çıkararak küreselleşmenin bir kapitalist yapılanma şekli olduğu konusunda görüş birliği içindedir.”[1]
Emperyalizm ise çok yönlü kavramlardan bir başkası olarak karşımıza çıkıyor. İlk olarak emperyalist olan ve olmayan devletler arasında yapısal bir bağımlılık ilişkisini tarif eden emperyalizm, ikinci olarak da dünyada olup biteni düzenleyen kolektif bir özneye işaret ediyor. Daha çok legal maskesi takmış illegal bir yayılmacı kontrol mekanizması olarak düşünebiliriz belki bu kavramı. Özetle emperyalizm, kapitalizmin sermaye mantığının farklı süreçlerde ortaya çıkan değişik görünümlerinden oluşuyor.
Her iki kavramın da karşılıklı bağımlılıklardan beslendiğini öngören anlayışlara rağmen şu gayet açık ki sermaye-tüketim-sömürü üçgeni içerisinde hayat bulan bu kavramlar ‘güç’le varlık buluyorlar. Dolayısıyla karşılıklı olma durumunun getirdiği eşitlikten olabildiğince uzakta, gücün güçsüz üzerindeki kontrolüne hatta baskısına dayanıyorlar.
Söz konusu kavramlar; siyasal iktisatçılar ve sosyologlar, uluslararası ilişkiler, dünya-sistemleri ile ilgilenen akademisyenler ve daha genel olarak toplum kuramcıları arasında ilerleyen ve ilerledikçe de derinleşen tartışmaların konusu olarak karşımıza çıkıyor. Ve beraberlerinde odak noktası haline gelen bir başka kavramı, ‘hegemonya’yı getiriyorlar. Özellikle ABD hegemonyasının görünüşteki gerileyişine ve dünya bir dönüm noktasına ya da bir sistemik kaosa doğru sürüklenirken bunun yerini hangi yeni hegemonyanın alacağına odaklanmış durumdayız hepimiz. Peki, nedir bu hegemonya ve nasıl işliyor?
Hegemonya kavramını açıklarken iç içe geçmiş dört farklı perspektiften bakmak mümkün aslında:
1) Uluslararası tahakküm olarak hegemonya yani egemenlik merkezli hegemonya.
2) Devlet hegemonyası olarak hegemonya ki bu gevşek anlamda bir hegemonyadır. Çekirdeğin içindeki bir hakim ulus devletin dünya kapitalist sisteminin güvenlik ve istikrarını sağlaması ya da devletler arası sistemin işlemesine izin veren kural ve uygulamaları dayatmasına gönderme yapmasını sağlar.
3) Rızaya dayalı tahakküm ya da ideolojik hegemonya: Daha çok belirli bir sınıfın, tabaka ya da toplumsal grubun kültürel ve entelektüel liderliğidir.
4) Bir toplumsal formasyonun tarihsel bloklarının içindeki liderlik uygulaması olarak hegemonya. Gevşek anlamda dünya sistemi içindeki üstün devlet erkini, daha özgül anlamda belirli bir tarihsel proje çevresinde rızanın inşası ya da ideolojik liderliği birleştiren bir hegemonya görüşüdür.
Yani hegemonya en basit şekliyle bir hükmetme ve baskı kurma anlayışı. Bu tahakkümün ve baskının beslendiği ana kaynak ise güç. Özellikle içinde bulunduğumuz yüzyıl sözde demokrasi perdesiyle örttüğü ciddi bir hegemonya savaşının icra alanı. Osmanlı’nın tarih sahnesinden yavaş yavaş çekilmesiyle birlikte Avrupa’daki büyük güçler önce birbirleriyle mücadele ettiler ve yorgun düştükleri iki büyük savaştan sonra yerlerini Amerika’ya devrettiler. Tabi bu güç savaşları sırasında da batı-dışı toplumların ve kültürlerin kimliklerinin yapı taşları olan pek çok kavramı ve kurumu da çeşitli oyunlarla ihraç ederek kendi erklerine tabi olmuş bir dünyanın temelini atmayı ihmal etmediler. Amerika ise güçsüz düşen Avrupa’nın yarım bıraktığı güçler savaşını kendisinden yana çevirmeyi başararak hegemonyasını kim zaman sanal kimi zaman gerçek görünümler üzerinden pekiştirdi ve kendi kendisini öğüten bir medeniyet değirmeni olarak ‘dünya imparatorluğu’nu kurmayı başardı.
Bunu süreçte de gücünü belli noktalarda çeşitli hegemonik tavırlar sergileyerek besledi. Ve korumak adına her duruma ve her şarta göre ayarlayabildiği işlevsel kodlar oluşturdu.
Kod adı demokrasi asıl adı işgal!
Global dünyanın süper gücünün! kendisi için ürettiği en işe yarar malzeme ‘demokrasi’ ve ‘insan hakları’ oldu. Öyle ki bu kavramlar alınıp satılan ve üzerinde savaş planları bile yapılabilen birer araç haline geldiler. Zaman geldi sözde mazlum toplumlar özgürleştirildi! Zaman geldi demokrasi olmadığı gerekçesiyle hükümetler yıkılıp yerine daha işlevsel kuklalar dikildi!!! Hülasa çıkar dünyasının filleri tepişti, çimenler ezildikçe ezildi.
Tek kutuplu düzenin kendisinden başka kutsala da yeri yoktu tabi ki. Aslında Hakk’ı hak olarak söyleyen inançlara yer yoktu bu düzende. “Emrolunduğu üzere dosdoğru ol[2]”maya namzet olandan başladı kendisine ortak kabul etmeyen 21. yüzyılın firavunu. Önce dine ait ne kadar mukaddes varsa içi boşaltıldı. Geriye kalan kabuk da din kisvesi altında yeni düzenin hizmetine sunuldu ki yeri geldiğinde inananlarını sindirmek veya kullanmak kolay olsun.
Ardından toplumların kimlik belgeleri olan kültürlerin özüyle oynandı. İdeolojilerin gücü sabitlemede yetersiz kaldığı noktalarda medeniyet surlarından açılan gediklerden sızdı cemiyetlere. Dili, mimarisi, kılığı kıyafeti değiştikçe kendisine dayatılan medeniyetsiz medeniyete sarıldı toplumlar, denize düşenin yıla sarılması gibi. Zaman geçtikçe de tamamen kaybettiler kimliklerini. Ülke sınırlarının kalkması ve globalleşme olarak allanıp pullanan bu işgal hareketi, yerle yeksan ettiği her medeniyette biraz daha semirdi.
Din ve inancın gölgesinde damıtılarak vücûd bulan medeniyetler kaybolunca ahlaklar da sabun kalıbı gibi eridi. Önce bireyler ahlaksızlaştı, sonra da toplumlar.
Bu sistematik yok edilmeye direnen toplumlarda da para ve medya yenilmez gücün!!! maşaları olarak devreye girdiler. Haberlerden, bilim kurgu filmlerine; ürün reklamlarından yardım kuruluşlarına kadar hemen her araç bu yolda kullanıldı ve kullanılmaya da devam ediliyor.
Düzeni kuranlar adına ne derlerse desinler insanlık tarihinde bunun adına sadece işgal deniyor.
Bu yüzyıl iyiye, güzele ve doğruya dair vaad edilenlerin hiçbirisini getirmedi sakinlerine. Görünen o ki getiremeyecek de. Batı’dan doğduğu iddia edilen şeyin beklenen ‘güneş’ olmadığı da aşikâr. Süper güç için büyük hayal kırıklığı…
Diğer yandan güç dengelerinin değişmesiyle birlikte yeryüzü sınırlarını yeniden çiziyor şu günlerde. Ve hareketin merkez üssünde de İslam dünyası duruyor. Bizler uyanık olmak ve çağa çağ atlatacak bir sıçramayı başlatmak zorundayız.
[1] Ali YAYLA, “Küreselleşme (Globalism) ve Folklor (Millî Kültür)” Folklor / Edebiyat, Cilt: 12, sayı: 454, 2006/1, Ankara 2006, s. 11-18.
[2] Hud Sûresi 112