Betül Yazgan Çicek Nisan 2018
HER ŞEY GÖRENE
“Bin ders-i maarif okunur her varakında
Ya Rab ne güzel mekteb olur, mekteb-i âlem”
demiş Ziya Paşa. Ne de güzel söylemiş. Tabi her şey görene… Bakmaktan görmeye, görmekten bilmeye, bilmekten de kendisine yol bulur insan. Kendini bilen ise Rabbini bilir!
Cenâb-ı Hakk’ın kendi içinde muazzam bir sistem üzere yarattığı âlemde her şeyin bir hikmet-i mucibesi var elbet. İnsan malumunuz küçük kâinat… Önce kendisine dikmeli gözünü. Bakmaktan görmeye geçmek için göz denen nimetten çıksa yola belki daha kolay yakalayacak hikmet ışığını.
Cenab-ı Hâlık–ı Zülcelâl her azadan ekseri birer tane münasip görmüşken insana, nadir çift azalardandır göz denen nesne. Yarattığı her şeyden bir hayır muradı olduğuna imanımız sonsuz iken acaba bedenimizde taşıdığımız gözlerimizden murad ne ola ki diye düşünmeden edemiyor insan. Elbet var bir hikmeti zahiri âlemi görmenin dışında!
Endam aynasıdır kâinat! Görmedin mi?
Gözün gördüğü kâinat bir tecelliler sergisidir özünde. Bizzat ilahi neş’e ve güzelliklerin kâmil bir tecellisi olan insana kendi özünü keşfetmesi için bir okuldur âdeta. Teşbihte hata olmaz derler ya, “Cenab-ı Hakk’ın endam aynasıdır kâinat” demiş bir büyük zât. İşte eserden müessire, sebepten müsebbibe, sanattan sanatkâra varmanın en pratik yolu! Bakmaktan görmeye teşvik için kulunu, Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetinde “Görmedin mi?” buyurmuyor mu Cenab-ı Hakk da zaten?
“… 18- Görmedin mi, göklerdeki kimseler, yerdeki kimseler, güneş, ay ve yıldızlar, dağlar, ağaçlar, bütün hayvanlar ve insanlardan birçoğu hep ALLÂH’ a secde ediyor. Birçoğunun üzerine de azâb hak olmuştur. ALLÂH kimi hor ve hakir kılarsa artık ona ikrâm edecek yoktur. Şüphesiz ALLÂH dilediği şeyi yapar. 63- Görmedin mi ALLÂH’ın gökten indirdiği su ile yeryüzü (nasıl) yemyeşil oluyor? Gerçekten ALLÂH çok lütufkârdır, her şeyden haberdârdır. 65- Görmedin mi ki, ALLÂH bütün yerdekileri ve emriyle denizlerde akıp giden gemileri hep sizin buyruğunuz altına verdi. Göğü de izni olmaksızın yere düşmekten o (koruyup havada) tutuyor. Şüphesiz ALLÂH insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir.”[1]
O zaman ne mutlu baş gözüyle yaratılana bakıp gönül gözüyle Yaradan’ı görebilene…
Hakikate ulaşmanın şah damarı: Tefekkür…
Mikrodan makroya, atomdan galaksilere kadar her yaratılan bir kitap gibi serilip aciz kulun gözleri önüne okumaya davet ediyor kâinat kitabını, “İkra!”emrine muhatap ederek. Gözün görebildiği ilahi nakışları okuyarak nakkaşa ulaş deniyor insana tabiri caizse. Diyor ya Şeyh Sâdî-i Şîrâzî “Okumayı bilene ağaçtaki tek yaprak bir divandır. Okumayı bilmeyene ise tüm ağaçlar tek bir yaprak bile değildir” diye.
İnsanı bu kıvama taşıyacak olan ise ancak tefekkürdür diyor bilenler. Hakk’ın azametini tefekkür hakikate ulaşmanın yegâne vasıtası, şah damarıdır diyorlar. Hazret-i Peygamber (sav.) de bir hadisinde “Rabbim bana susma halimin tefekkür olmasını emretti (ben de size tavsiye ederim.)”[2] buyuruyor.
“Büyüklerden bir zâta “Tefekkür nedir?” diye sual etmişler. O da “Bana bir gül getirin.” Demiş. Gül gelince nazarını güle dikmiş on beş dakika teveccüh ve tefekkürden sonra kendinden geçip bayılmış. Bir takım ameliyelerden sonra kendine geldiğinde “İşte evlatlar, tefekkür budur.” Demiş.[3]
Böylelikle Cenab-ı Hakk’ın büyüklüğü ve güzelliğinin her zerre ve her kubbeden zahir olduğuna işaret etmiş. İşte bu noktada mesele basar ve basirete sahip olmak. Zira gören gözler, duyan kalpler yeryüzünde bu kudret akışından başka bir şeyi görmez ve duymazlar.
Bakmaktan görmeye geçen gönle tecelli eder Hakk!
Hepimiz biliriz İbrahim Peygamber’in (as.) kendisini daha küçük bir çocukken imana taşıyan tefekkürünü. Güneşe, aya ve yıldızlara bakarak eserden müessire varışı; Rabbi’ni buluşu ibretliktir.
Gönül erlerinin kâinata bakışı da İbrahim Peygamber’in (as.) bakışı kadar keskin ve tecelliye açıktır. Tecelli Allah’ın mutasavvıfın kalbinde isim ve sıfatlarıyla görünmesidir ki “Hakk’ın varlığının çeşitli mertebelerde zuhur etmesi, sâlikin keşf yoluyla bu zuhuru idrak etmesi”dir.[4]
Kâinatta yaratılan her şeyde Cenab-ı Hakk’ın esmalarının nişanelerine vâkıf olmaktır bir yönüyle tecelli. Sâlikin tecelliye muhatap olmasının yolu da derin tefekkürden geçer. Belki de bu yüzden Derviş Yûnus gibi nice gönül erleri dağlara, kırlara vazifeye gönderilmiştir. Yıllarca dergâha odun getirmekle vazifelendirilen Yûnus’un bakışı dağların huzuru içinde öyle keskinleşir ki Tapduk Sultan (ks.) bir gün dervişlerden dağa çıkıp kendisine çiçekler getirmelerini istediğinde elinde tek bir papatya ile çıkagelir Koca Yûnus! Şeyhi bu tek dal papatyanın sebeb-i hikmetini sorduğunda bakmaktan görmeye, işitmekten duymaya geçmiş olan Yûnus, “Şeyhim” der. “Kırları dolaştım, hangi çiçeğe varsam Allah’ı zikreder buldum. Hiçbirini koparamadım. Akşama doğru bir papatya bana seslendi: ‘Gel derviş Yunus. Benim kellemi kopar. Ben bugün Rabbime zikirden gafil oldum. Ölmek bana haktır, beni götür şeyhine’ diye inledi. Ben de size onu getirdim.” Tıpkı Üftâde Hazretleri’ne (ks.) elinde sapı kırık, boynu bükük bir çiçekle gelen Hakk dostu Aziz Mahmud Hüdâyi (ks.) Hazretleri gibi… Eşyanın hakikatini görebilmektir bu işte! Sesini duyabilmek, lisanını anlamak… Bu merhaleden sonra istese de zarar veremez artık çünkü yaratılanda Yaradan’ın izine şahittir hem baş gözü hem gönül gözü.
Dengemiz bozulunca dengeleri de bozduk.
Peki, bizler kendimiz dışındaki hiçbir canlının lisanını anlamaz, sesini duymazken nasıl olacak da kâinatı kapsayan bir merhamet ve şefkate kaynak kılacağız çorak gönüllerimizi? Nasıl mamur edeceğiz de içimizi Padişah’ın (CC.) teşrifine talib olacağız? Merhamet etmeden nasıl merhamet umacağız? Öyle demiyor mu Allah Resulü(sav.) “Merhametli olanlara Allah da merhamet eder. Yerde olanlara merhametli olun ki gökte olanlar da size merhamet etsinler.” [5]
Oysa insan yeryüzünde Allah’ın halifesi olması hasebiyle şefkat ve merhametle muamele edip düzeni korumakla görevli. Nitekim Âli İmran Sûresi 190/191. Ayetlerde Cenab-ı Hakk , “Göğü Allah yükseltti ve mizanı (dengeyi) koydu. Sakın dengeyi bozmayın.”[6] Buyuruyor. Yaratılan doğal dengeye zarar veren her türlü tasavvur ve müdahalenin, Kur’an-ı Kerim’in yaşama dair kaideleri ile bağdaşmadığını, kâinatın insicamı ve gelecek nesillerin huzurunu bozmaya, doğal canlı hayatını -hakkımız ve haddimiz olmadığı halde- yok etmeye yönelik birer tehdit olduğunu bilip buna göre davranmamız gerekmiyor mu ehl-i iman olarak? Çevreye zarar verme, onu tahrip etme; ilkesizce ve ölçüsüzce kullanma anlayışıyla Allah’ın en büyük deliline saygısızlık etmiş, haddi aşmış olmuyor muyuz? Nerde kaldı dağlarda yaşayan bir minik papatyanın dilini anlamak???
Dilimiz zikirden zihnimiz tefekkürden ayrı düştükçe görüşümüzle birlikte anlayış ve kavrayışımız da köreldi. Kalplerimiz inceliğini, letafetini, koruyup kuşatan merhametini yitirdi. Hâlbuki bizler sulara nasıl muamele etmemiz gerektiğini tek tek açıklayan, insanların ve hayvanların istifade ettiği yerlerin temizliğine özeni tavsiye eden, üzerinde hutbe okumayı bıraktığında kendisine olan hasretinden ağlayıp inleyen bir hurma kütüğünü eliyle okşayıp gönlünü alan şefkat Peygamberi’nin ümmeti değil miyiz? O Peygamber değil mi kıyametin kopacağını bilseniz de elinizdeki fidanı dikin diyen?
Eksiğimiz de noksanımız da orta. Hâl böyle iken unutmamak lazım ki;
“Yarın Hakk’ın divanına varınca
Süleymân’dan hakkın alır karınca”
[1] Hacc Sûresi
[2] İbrâhim Canan, Hadis Ansiklopedisi, XVI, 252, hadis no: 5838.
[3] Hasan Burkay, Mev’iza-i Hasene, cilt 2, 221
[4] İslam Ansiklopedisi, cilt 40, 241
[5] Tirmizi, Birr, B.16
[6] Âli İmran 190, 191