İnsanoğlu Ölümün Kollarında
Yaşar
Esra Taşdemir
Güneş ışınları her zaman neşe vermiyor. Her zaman yüzümüzü okşayan sıcacık bir el
olmuyor. Bazen de bizi sıcak yatağımızdan dürtükleyerek kaldırıp, hiç hevesli olmadığımız
bir günün içine doğru sürüklüyor. Yaşamak çileli, insan olmak zor iş. Bundan yakınmak da
hakkımız olmalı herhalde.
Peki, hiç var olmamış olmayı diler miydik? Hayır! O keyifsiz günde bile buna cevabımız:
Hayır. O kadar ileri gitmek iyi bir fikir değil, bunu kim ister? İntihar eden kişiler bile yok
olmak için değil, acının, kederin var olmadığı pespembe bir evrenin ortasına uyanma
umuduyla yapar bunu. Gerçi meşhur “Bohemian Rhapsody” şarkısı haykırır: “Bazen hiç
doğmamış olmayı diliyorum!” diye. Ne yalan ama… Aynı şarkı “Anne! Ölmek
istemiyorum!” da demiyormuş gibi. İşte tam olarak böyleyiz biz insanoğulları; ne hayata
isyandan vazgeçeriz ne de faniliğimizle savaşımız biter. En büyük savaşımız da budur
hatta. Hiç bitmeyen bir iç savaş...
Ah bir kurtulsak şu zafiyetten, daha da açgözlü olmak için bol bol vaktimiz olsa... Her şeye
sahip olsak, sonsuza kadar! Sonra? Sonrası kimin umurunda? Buna yaşama sevinci değil, olsa
olsa yaşama hırsı denir. Ölümlü olmasak da, ne olursak olsak.
Sahi, ölümlü müyüz gerçekten? Biz, yeryüzünün en akıllı, en şerefli varlıkları, yok olmak
için mi yaratıldık? Oysa beyinleri bile olmayan denizanaları bulmuş diyorlar ölümsüzlüğün
formülünü; yaşlandıkça tekrar çocukluklarına dönebiliyorlarmış. Tebrik etmek lazım
doğrusu... Tabi, onların da her an tüm gücüyle kendini yiyip bitirmekte olan bir evrende
yaşadığını düşünürsek, buna mütevazı bir ölümsüzlük demek daha doğru olur. Çünkü biz
insanlar o kadar bilim insanını topladık da, kaçınılmaz sona bir çare bulamadık. Onca çabaya,
yine tek bulduğumuz yaklaşan felaketin ayrıntılı senaryosu oldu. Bulsak ölür müyüz hiç bile
isteye?
Bir geri sayım olduğu kesin ama başlangıç noktası muamma. Neyi sayıyor onu da pek
bilemedik aslında; malum biraz izafi. Hepimize verilen, miktarını bilmediğimiz bu tuhaf şeye
‘ömür’ dedik. Tam doğduğumuz anda emanet edildi her birimize. Yani biz en kırılgan, en
savunmasız halimizde iken… Öyle pek hazır değildik yani onu iyice planlamak, akıllıca
kullanmaya başlamak için. O günden beri durmaksızın, müsrifçe harcadık ama bir türlü
tüketemedik. Belki de o yüzden bir gün biteceğini kabullenemeyişimiz. İçten içe biliyoruz
aslında: İster kabullenelim, ister kabullenmeyelim; bir gün onu sarıp saklamak istediğimizde
ne yaparsak yapalım elimizden kayıp gidecek. Her gün başkalarının sonuna şahit oluyoruz,
görmezden gelmek ne mümkün? Gerçi üzerine düşünmek ve ibret almaktan büyük bir
başarıyla kaçınıyoruz ama onu geçiştirsek, aynalar var. Her gün ölüyor olduğumuzu anbean
yüzümüze haykıran, açık sözlü aynalar… Sonuçta kabullenmek zorunda kaldık tabi. Fakat
barışamadık yine de.
Ondan sürekli gözlerimizi kaçırdığımız halde, onu yenmek için hileler tasarlamaktan da geri
durmadık. Ona meydan okuduk, yaşamımızı tehlikeye attık türlü aşırılıklarla. Onunla burun
buruna gelmeyi denedik zaman zaman üstelik hala gözünün içine bile bakamazken. Bir de
bunu eğlenceli bulduk. Sanki her seferinde ondan kaçabilirmişiz, mutlak güç bizdeymiş
gibi… Alıştırma yapıyorduk belki de… O gün geldiğinde, daha önce nasıl sıyırdıysak yakayı,
yine öyle sıyıracaktık.
Peki, ne zaman gelecek ‘o gün’? İşte yenilgiyi kaçınılmaz yapan sebeplerden biri daha:
Ölüm hep aniden gelir ve hazırlıksız yakalar! Kime ne zaman gelse, hep çok erken geldiğini
söyler dururuz, hiç tam zamanında geldi diyemeyiz. Tuhaf şey… Vakti, saati belirsiz olduğu
halde bizce daima erkencidir ölüm. Okula ilk gelen öğrencidir. Şirkete gün doğmadan gelen
patron, dükkânlar açılmadan alışverişe çıkan o heyecanlı kadındır. Her gittiği yerde
beklenmeyen hatta istenmeyen misafirdir. Aynı zamanda savaşmanın, mücadele etmenin zerre
etkisinin olmayacağı tek yenilmez rakibimizdir.
Bu da insan beyninin ürettiği tuhaflıklardan biri işte: Ölümü bir rakip, bir düşman ilan
edişimiz. Yel değirmenleriyle savaşır gibi savaşıp duruyoruz görmediğimiz ve hakkında
hiçbir fikrimizin olmadığı bu şeyle. Öyle bir inanmışız ki ‘ölümle savaşmak’ masalına,
zırhımıza sarılır gibi sarılıyoruz dünyaya. Ne aptallık!
Asıl fani olan biz değiliz ki! O sımsıkı sarıldığımız dünyanın ta kendisi! “Her canlı ölümü
TADACAKTIR.” der Yaradan(cc). Tatmak, beslenmek bile değildir. Yemeği pişirince nasıl
olmuş diye tadarız ya; öyle saniyelik, önemsiz bir an. Asıl önemli olan süreçtir: Yemeği
yaptığımız ve yediğimiz süreç. Yapma süreci meşakkatlidir. Bir an önce bitsin de yiyelim
deriz, mantıklı olan budur. Zaten yaparken lezzet de almayız. Sonrası bize bağlı. Yemeği iyi
yaptıysak tatlıdır, kötü yaptıysak acı: İyi yaşayan iyi ölür, kötü yaşayan kötü. Ve nasıl
öldüysek öyle diriliriz sonsuzluğa.
Ölüm hiçbir zaman yaşamdan bağımsız olmadı ki zaten. Bir an bile durduramadığımız
yaşlanmak, ölümün yavaş yavaş zuhur edişi değil midir? Her canlı ölümü tadacak ve her ölü
de canlılığı tattı. Biri olmadan diğeri var olamaz.
Hayatın ölümle olan akrabalığı ayan beyandır aslında, ancak gözünü kapatan görmez. Hayat
öyle kusurlu, öyle mükemmeliyetten uzak ki… Bu şekilde devam edemezdi. Hayat, bizi tüm
zafiyetlerimizle yüzleştiren, sürekli kısıtlayan, bir şeylerden alıkoyan korkunç bir hastalık
gibidir. Türlü tedaviler üretiriz kendimizce… En çok da sahip olamadıklarımızı ilaç sanırız.
Ama onlara tek tek ulaşsak dahi her defasında fayda etmediğini görür ve yeni bir hedefe
kilitleniriz. Daima bir şeylerin geçmesini ya da sahip olmadığımız bir şeylere ulaşmayı bekler
dururuz. Ne korkunç bir hastalık... İyileşmek ne iyi olurdu değil mi? Hepsinden
kurtuluversek… Sonsuz olsak ama böyle zayıf, böyle kusurlu olmasak… Hiç üzülmesek, hiç
yorulmasak, hiçbir şey canımızı sıkamasa… Ne zaman geçer bu hastalık? Cevap oldukça basit
aslında: Ölünce geçer. Ancak ölünce kurtuluruz faniliğini bize de bulaştıran şu dünyadan. Ve
nefes almaya devam ediyor olmak da engel değildir ölüme. Ne zaman sıyrıldıysak dünyadan
iste o zaman kurtulduk, öldük bilin. İşte böyle… Bazı ölümler sadece hayatı sonlandırırken
bazı ölümler hayata anlam katar.
Tabi her ölüme kurtuluş diyemeyiz. Zaten o yüzden korkarız ya ölümden. Korkuyu yenmek
içinse önce yüzleşmek lazım: Biz acaba kurtuluşumuza mı hazırlanıyoruz, mahvımıza mı?
Tadına doyulmaz bir yemek mi yaptık, yoksa zehir mi? İşte şimdi ne desek yanlış olur…
Herkesin cevabı kendinde! Kendi hayat tarifinde!