top of page

Bayezid-i Bistami (ks)




 

Sultanül Ârifin, Burhanül Muhakkikin yedi yaşına geldiği zaman, Hak nuru o türlü tecelli etmişti ki; her gören, bu tecellinin hayranı olurdu. Bu çağda okula devam ederken, bir gün, annesine geldi ve içindeki ateşle şöyle sordu:

Kur'an-ı Kerim'de Cenab-ı Allah buyuruyor ki: “Bana ana ve babana kulluk eyle” Şimdi bu ilahi emre göre, ben iki yere

nasıl kulluk edeceğim?

Annesi:

-“Ben hakkımı bağışladım. Var Cenab-ı Hakk'a kulluk eyle!” dedi.

Bayezid-i Bistami hz. hacca niyetlendi. Bistam'dan yola çıktı. Her adımında, iki rekat namaz kılmak suretiyle Kabe-i Muazzama'ya vardı. “Ben buraya girmeye layık değilim.” diyerek geri döndü. Ertesi yıl tekrar geldi. Dönüşünde Hamedan şehrine uğradı. Boyacılıkta kullanılan muasfer bitkisinin tohumundan alıp çıkısına koydu. Bistam'a geldiğinde bir de baktı ki tohumun içinde bir karınca var. “Bu miskini yerinden ayırmakla hata ettim” diyerek, Hamedan'a döndü ve karıncayı tohumu aldığı dükkana götürüp, bıraktı.

Sultan-ül Evliya, bir gün mânâda Cenab-ı Hakk'a:

“Ey Alemlerin Rabbi olan güzel Allah'ım! Sana varılacak yol nasıldır?” diye sual etti.

Cenab-ı Hakk şöyle buyurdu:

“-Bize vuslat iki adımdır; biri dünyadan, diğeri ukbadan geçmektir.

Bir gün Bayezid, Ebu Musa Dineveri ile beraberdi.

“-Tevekkül nedir?” diye soran Ebu Musa Dineveri'ye :

“-Sen ne dersin?” mukabelesinde buyurunca, Ebu Musa:

“-Sağın solun, her tarafın, yılan ve akreple dolu olsa; buna rağmen kalbine bir şey gelmemesi, tevekküldür.” dedi.

Bayezid buyurdu ki:

“-Bunu yapmak kolaydır. Benim yanımda tevekkül; kafirlerin hepsini cehennemde azab içinde, mü'minlerin hepsini cennette nimetler içinde görüp de ikisi arasında hiçbir ayrılık bulmamaktır. Yani Allahü Teala'nın adaletine, hikmetine, rahmetine ve ihsanına imandır.

Bir gün kapısı çalındı. Kapıyı açtığında, kendisi için gayet iltifatkar sözlerle, kendisini arayan bir kimse ile karşılaştı. Kendisinden kendisini soran bu tâlibe: “Ben de öyle büyük bir zat arıyorum. Bulunca bana da haber ver, birlikte ziyaretine gidelim.”mukabelesinde bulundu.

Bir gün mânâ aleminde, Cenab-ı Hakk'ın “Ya Bayezid! Bana ne getirdin?” hitabı ile karşılaştı. “Tevhid getirdim Ya Rabbi” mukabelesinde bulundu. Sual tekrar edilince, aynı cevabı tekrar verdi. Sual üç defa tekrarlanınca, bütün ömrünü ve her nefesini ikiye bölmek suretiyle hatmetti. Tevhide muhalif bir şey bulamayınca, aynı cevabı tekrarladı: “Tevhid getitdim Ya Rabbi” Bunun üzerine şu nida geldi:

“-Ya Bayezid! Akşam içtiğin sütün karnını ağrıttığını söyledin. Karnını ağrıtan süt müydü, ben miydim?”

Bayezidi Veli, can emanetini teslim ederken şöyle sızlanıyordu:

“Ya Rabbi! Seni bir kere olsun layıkıyle tesbih edemedim. Bilgisizliğimden, uzaklığımdan bir kere bile sana layıkıyle, istenilen şekilde yaklaşamadım.”

Bu ifade tarzı, hiç şüphesiz, Mevlay-ı Müteal'e doyamamanın, kanamamanın bir sızlanış ifadesinden başka bir şey değildir. Meşhur meseldir: “Kim ki yakînim der, o uzaktır; kim de uzak görünücüdür, O'nun varlığında erimiş gitmiştir.”

Vefatından sonra dostlarından birisi rüyasında gördü; ellerine sarılıp, “Ne yaptın, halin nicedir?” diye sordu. Üstad bu söze gülümsedi ve “Elhamdülillah” dedi. Dostu yine “Bilirsin ben, ilk geceden korkarım. İlk geceyi nasıl geçirdin?” dedi. Üstad yine güldü ve:

“-Rabbin kim?” sualine:

“-Biz bizimle, bizdeydik; biz bizimle yola çıktık; biz bizimle bize geldik; bizi bizimle bizden mi sorarlar?” dedim.

“-Ya Bayezid-i Bistami! Bize ne getirdin?” diye sorulduğunda da cevaben:

“-Ey Kerem Sahibi! Bir dilenci, bir padişahın huzuruna gelince ona “Ne getirdin?” diye sormazlar. “Ne istiyorsun? Dile bizden ne dilersen…” derler, diye cevap verdim.

Bu söz üzerine Hitab-ı İzzet yetişti:

“-Doğru söylüyor! Doğru söylüyor!”

Bu ilahi lütuf karşılığı olarak, bu zatın kabrinde el'an “Beynennevm vel yakaza – Uyku ile uyanıklık arasında” bulunduğunu, İslam Velileri haber vermişlerdir.

Bir gün Bayezid-i Bistami'den farz ve sünnetin tarifini istediler. Şöyle cevap verdi: “Sünnet dünyayı tamamen terk etmektir. Farz ile Mevla ile sohbettir.” Sonra biraz açıkladı: “Çünkü Peygamber Efendimizin (sav) bütün sünneti, dünyayı kalbe sokmamaya delalet eder. Farzların bir emirler külliyesi olan Kitaba gelince; “O da Mevla ile sohbete çağırır. Çünkü ondaki kelam, şanı yüce Allah'ın sıfatlarından, kelam sıfatının tecellisidir.”

İrfan sahibinin vasfını sordular, şu cevabı verdi: “Tıpkı cehennem ehli gibi. Onlar ölmek ve dirilmek bilmeyen hayata sahiptirler. Yanarlar, yanarlar. Ama bunları yakan ateş bir başka ateştir. Aşk ateşidir, muhabbet ateşidir.”

“İnsan ne zaman tevazu halini bulabilir?” dediler. “Nefsine ne bir hal, ne de bir makam tanıyacak ve halk içinde kendisinden daha hakir bir kimse olduğunu aklına getirmeyecek.” dedi.

Marifete dair bazı sorular sorulduğu zaman, şöyle derdi: “İrfan sahibi için, hal değil haller vardır. Çünkü onun dış görünüşü ve hüviyeti, bir başkasının hüviyetinde erimiştir. Nam-ı nişanı kalmamıştır; bir başkasının varlığında yok olmuştur. İrfan sahibi uçar gider; ama zahid yürür. İkisinin alacağı mesafe, buna göre hesap edile!.”

Bir gün, Bistam alimlerinden biri, Bayezid'in yanına geldi: “Ya Bayezid! Bu ilim sana nereden ve kimden vergi?” dedi. Şu cevabı aldı: “Allah'tan, Allah'ın nimeti! O'nun zatından! İzahı gayet kolay! Peygamber Efendimizin (sav) şu hadis-i şerifini tam manasıyla okursan anlarsın: “Bir kimse bildiğiyle amel ederse, Cenab-ı Hakk ona, bilmediğini ihsan eyler.”

Kaddesallahu sırrahül aziz.

Rahmetullahi aleyh rahmeten vâsia.

bottom of page