top of page

Nâr’dan Nûr’a; Rabbanî Kanunlardan Kemâlâta…



İnsanlık tarihinin en belirgin kaidesi olan değişim, Hz. Âdem (as.) ’ın yaratıldığı an itibari ile başlamış ve beklenen gün gelene kadar da varlığını sürdürecek bir olgudur.

Yaratılış itibarı ile insan, bir su damlasından hayat bulur; anne karnında değişerek vücuda gelir. Dikkat edilmesi gereken en önemli nokta ilahi süreçteki değişimin bir şekilden ibaret olmayıp tam bir tekâmülle ilerlemesi ve özünde gelişimi de barındırmasıdır. Su damlası bir kan pıhtısına sonra bir et parçasına ve akabinde bir insan prototipine dönüşür. Bir insanın avucunu ancak doldurabilecek büyüklükteki et parçasında yetişkin bir bedenin sahip olduğu tüm azalar mevcuttur. Zaman akarken değişim tam bir gelişime evrilir ve insan bedeni hikmetle yaratılır. Üstelik yapılan araştırmalar gösteriyor ki bu yaratılma ve kemâlât süreci sadece beden uzuvlarında değil söz konusu olan âdemin ruhani hassalarında da devam eder. Bizim anlayacağımız şekliyle bebek, anne karnında iken beden gelişimi ile birlikte ruhani gelişimi de başlamıştır. Anlıyoruz ki insanın değişip gelişmesi beden dünya hayatına geldikten sonra başlayan bir süreç değil Âdem babamızdan getirdiğimiz genetik kodlarımızla daha anne karnına düştüğümüz andan itibaren başlayan ve son nefesimize kadar devam eden bir süreçtir. Hal böyleyken insanın değişiminin ve gelişiminin belirli bir yaşta tamamlanıp sona erdiğini düşünmek elbette ki hata olacaktır. Bu yönüyle değişim ve gelişim, başlayıp biten birer safha değil yeryüzünde halife olarak yaratılan insanın kemâlât yolculuğudur.

Âdem küçük âlemdir…

“Âdem küçük âlemdir” der hukemâ-yı felsefî. Bu bakış açısıyla insanın yaratılma sürecindeki cismani gelişimi aslında Cenab-ı Hakk’ın kâinatta kurduğu ilahi düzenin bir misalidir. Ve tam da bu yönüyle kâinatın değişmez kaideler üzerine kurulmuş sistemi, insan için değişim ve gelişim adına bir örnek, bir kılavuzdur.

Kendi içindeki âlemden habersiz olan biz insanlar için gönül gözüyle yapılacak âlem tefekkürü tekâmülün kaidelerini bulmamızı sağlayacaktır. Nitekim bunu başaranlar bireysel tekâmüllerini gerçekleştirdikleri gibi kurdukları tüm sistemlerle de insanlığa yön vermişlerdir.

Bunun en kıymetli örneği şüphesiz temellerini Efendimiz (sav.)’in attığı İslam devletidir. Allah’ın değişmez kanunlarının üzerine inşa edilen bir sisteme sahip olan İslam devleti, bu kanunları koruduğu müddetçe varlığını güçlenerek sürdürmüştür. Cenab-ı Hakk, faizden uzak durun buyurmuş; uzak durmuşlar. Bunun sonucu ekonomisi sağlam bir devlet kurmuşlardır. Zinadan uzak durun buyrulmuş; ateşten kaçar gibi zinadan sakınmışlar. Nesli sağlam, zihni sağlam, ahlakı sağlam evlatlar eliyle nice fetihlere, zaferlere imza atmışlardır. Namaza koşun buyruğuyla sevgiliye koşar gibi secdeye varmışlar; kulluk miracına yükselmişlerdir.

Yine ecdadımız yedi kıtaya hükmeden bir imparatorluğun mimarı ve hamisi olarak kurdukları devlet sistemini Cenab-ı Hakk’ın değişmez kanunları üzerine inşa etmişlerdir. Bu kanunları ve gerektirdiklerini öyle benimsemiş ve öyle içselleştirmişlerdir ki her hallerine yansımıştır. Meşhurdur, bilinir; Osman Gazi’nin Şeyh Edebali’nin tekkesinde Kelâm-ı Kadîm karşısında el bağlayıp sabahlaması. Osman Gazi’ye uyku yüzü göstermeyen rahle değil rahlenin üzerindeki Kelâm’ın taşıdığı manadır. El bağlayıp boyun bükmesi ise Kelâm’ın Sahibi’nedir. Cenab-ı Hakk’ın kanunlarının yazılı olduğu kitabın zahirine gösterilen bu saygı ve iltifat, ecdadın Kur’an-ı Kerim’in batınına gösterdiği saygının bir dışa vurumudur sadece.

Zaman içerisinde yaşadıkları tüm değişimleri gelişime çevirenler işte bu değişmeyen kanunlar üzerinden kendilerini terbiye edenlerdir. Yani merkeze Allah’ın değişmez kanunlarını alanlar gelişim gösterebilmişlerdir ancak.

Lâ Ğâlibe İllallah! De atomu parçala!

Bunun en güzel örneklerinden bir başkasıdır, Endülüslü Müslümanların Avrupa’nın ortasında kurdukları yüksek İslam medeniyeti. O kadim medeniyetin temelini arz eden cümle -“Lâ Ğâlibe İllallah!”- dünya tarihin en nazenin ve en önemli saraylarından sayılan El-Hamra’nın duvarlarında yazılıdır. Üstelik hem hükümdara hem de gelen misafirlere ikaz niteliği taşırcasına sarayın duvarlarına seksen bine yakın defa nakış nakış işlenmiştir. Bu yönüyle El-Hamra, sadece Allah’ın tek galip olduğunu tüm dünyaya haykırmamış, dünyaya galip olmak isteyenlere de çalınacak tek kapının neresi olduğunu göstermiştir. Ünlü Fransız Fizikçi P.Curie: “Endülüs’ten bize otuz kitap kaldı, atomu parçalayabildik. Eğer yakılan bir milyon kitabın yarısı kalmış olsaydı, çoktan uzayda galaksiler arasında geziyorduk.” Diyerek batının yakıp yıktığı bu yüksek medeniyetin Allah’ın kanunları üzerine kurduğu düzeniyle hangi seviyeye yükselebildiğini itiraf etmiştir.

Nâr’dan Nûr’a…

Tüm bu örneklerden anlıyoruz ki değişmeyen kadim kanun ve değerler üzerine kurulmuş bir anlayış hem içinde bulunulan zamanın ihtiyaçlarına cevap verebiliyor ve hem de yaşanan değişim sürecini bir gelişime ve hatta kemâlâta taşıyıp, asırlar aşabiliyor. Hal böyle iken en önemli soru tabi ki bu kadim kanun ve değerlerlerin neler olduğu sorusu oluyor. Cevap ise hem basit hem zor! Değişmeyen bu kadim kanunlar bizzat Yaradan tarafından konmuş ve tüm yaratılış sistemini ayakta tutan kanunlardır. Bu kanunların anlaşılıp uygulanması ferdi boyutta başlayan bir değişme ile toplumsal ve hatta evrensel ilkelere dönüşecek ve insanlığı bizzat Kur’an-ı Kerim’de müjdelenen “eşref-i mahlûkat” derecesine taşıyacaktır şüphesiz. Ve fakat bu süreçte en önemli konu bu kanunların doğru, dosdoğru anlaşılıp, öğrenilip, uygulanması olacaktır. Bunun da en kolay yolu bu yolları bizlerden önce yürüyenlerin ayak izlerini takip etmektir pek tabi ki. Değişenler nasıl değişmişler? Bu değişimi nârdan nûra nasıl taşımışlar? Kız çocuklarını diri diri toprağa gömen bir topluluktan Yesrib’i Medine’ye çeviren bir topluma nasıl dönüşmüşler? Cevaplar elbette sorularda gizli. Cenab-ı Hakk’ın her emrine itinayla uyup, sakındırdıklarından ateşten kaçar gibi kaçınarak, Resulullah (sav.)’in yolundan hiç sapmayarak istikamet üzere yaşamışlar. O kadar ki Efendimiz (sav.) ashabını anlatırken onları “gökteki yıldızlara” benzetmiştir. Rehberi kavi olan kervan menzile tez varırmış. Ziyan olmadan menzile varmış onlar da.

Bugün bize düşen de hem bireysel hem de toplumsal anlamda ihtiyaçlarımızın farkına vararak değişim dinamiğimizi Rabbani terazilerde tarta tarta, Cenab-ı Hakk’ın kanunlarını merkeze alarak yol almak olmalıdır. Ki menzile varabilelim.

bottom of page