top of page

Farkında Mıyız?



Narsisizm; kendini aşırı sevme, aşırı güvenme ve büyük görme hastalığının ismidir. Narsistik kişilik bozukluğu ise kişinin kendisiyle ilgili önemlilik, yeteneklilik duygularına fazlaca sahip olması, zihninin sürekli başarı kazanma ve önde olma ile meşgul olması; başkalarından üstünlük, sürekli ilgi ve hayranlık görme ihtiyacı, eleştiri ve değerlendirmeye aşırı tahammülsüzlük, empati yoksunluğu özellikleriyle tanımlanır.

Bireysel bir hastalıkmış gibi görünen bu kişilik bozukluğunun insana dair tüm yaşantılarda olduğu gibi toplumda da yansımaları, toplumsal ahlaka dönüşen yönleri var elbette.

Bu yansımaları görmek için öyle çok derin araştırmalar yapmaya gerek de yok üstelik. Sokaklarda yürürken kafamızı kaldırıp başı bulutlara değen binalara bakmak yeterli mesela. Yapı itibariyle bile insana ulaşılmazlığı, yalnızlığı ve bireyselliği yani narsist kimliği empoze eden gizil öğretici bir tarafı var bu binaların. “Gözden giren her şey gönülde yer tutar.” der ya eskiler, böyle baka baka gönlümüzdeki maya da bozuluyor işte zamanla. Komşularımızı tanımıyoruz mesela. Bir köy büyüklüğünde hane sayısı olan apartmanlarda komşularımızı görebileceğimiz yegâne yer asansörken orada da aynada kendimize! bakmayı ya da gözlerimizi yere sabitleyip ayaklarımızı seyretmeyi tercih ediyoruz. Komşumuz ölse de haberimiz olmuyor sonrasında kalsa da. Çünkü yüzüne bakmadığımız komşumuzu tanımıyoruz. Oysa bizim komşuyu komşuya emanet eden bir inancımız var. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” hatta.

Yine aile bireyi sayısı kadar odaya sahip evlerimizde ya da 1+1 (kendinizden başka kimseye yer yok dercesine) diye boy boy reklamları yapılan stüdyo tipi modern dairelerimizde bizden başka kimseye yer yok. Değil aile büyükleriyle bir arada yaşamak şehir dışından gelecek eş, dost, akrabaya bile yatacak yerimiz yok. Yaşam alanlarımız bile alttan alta çekirdek aile olmayı ve öyle kalmayı dikte ediyor topluma. Bu durumda “Önce can sonra canan!!!” sloganıyla yaşam sürdüğümüzü söylemek de abes olmuyor.

Sadece kendisinin derdine düşmüş biricik ben’iyle meşgul kişilerden oluşan toplumda da bir ve beraber olmaktan; İslam’ın emir buyurduğu insana sevgi, mahlûkata sevgi; saygı gibi güzel ahlaklardan bahsetmek de mümkün değil. Tek başına kendi biricikliği içinde yaşamaya alışan birey, eşini, dostunu evinde misafir edip ağırlamaktan da kaçınıyor. Yine kendisine kendince! bir çözüm üreterek misafirlerini çay bahçelerinde, kafelerde, restoranlarda ağırlamayı tercih ediyor. Diline bile yansıyor ruhunda yaşadığı şeyin vahameti: “misafir etmiyor; ağırlıyor!” Evinin mahremiyeti içinde dostuyla, ahbabıyla bir bardak demli çay tadında sohbet etmeyi külfet olarak kabul eden kişi, eskilerin tabiriyle pastane köşelerinde sallama (tek kişilik!!!) çay eşliğinde muhabbet ve samimiyet arıyor. Bulamadıkça yalnızlaşıyor, yalnızlaştıkça narsistleşiyor.

Modern yaşamın hengâmesi içinde sürekli “ene”si beslenen insan bir müddet sonra kendisini mükemmel de görmeye başlıyor. Cem’ olma şuurunu kaybeden toplumda her bir fert kendi ene’sinin peşinde, onu nasıl parlatırım derdine düşüyor. Bu tavır “Yaradılanı severim Yaradandan ötürü” düsturumuzla da ters düşürüyor bizi. Tüm mahlûkatı olduğu gibi kabul edip, olduğu gibi sevmeyi öğütleyen bir dinin inananları olarak belki narsisizmin bize vurduğu en ağır darbe bu: mükemmelin peşinde koşmak. Kul olduğumuzu unutturuyor çünkü derununda; aciz olduğumuzu, Rahmet-i Rahman’a muhtaç olduğumuzu, beğenmeyip burun kıvırdığımız her şeyin O’nun yaratmasıyla var olduğunu… Firavunlaşıyoruz farkında olmadan… Kendi ‘ben’imizin peşinde gittikçe saldırgan ve vahşi birer mahlûka dönüşüyoruz.

İçimizdeki vahşeti bastırmak için evler inşa ediyoruz daha çok. Daha çok alış verişe çıkıyor, yanımızdaki insanın aç mı tok mu olduğuna aldırış etmeden daha çok yiyiyoruz. Bir elimizi yağa bir elimizi bala batırıyoruz kendimizce, içimizdeki yedi başlı ejderhayı mesud etmeye çalışıyoruz. Mükellef sofralarda tek başımıza yediğimiz yemeklerde kardeşimizle paylaştığımız simit-peynirin tadını arıyoruz ama bulamıyoruz. “Komşuma da kokmuştur” deyip bir tabak götürüp ikram ettiğimiz yemeğin bereketini arıyoruz fast-food kuyruklarında. Muhabbetin demini arıyoruz tek kişilik sallama çaylarımızda… Bulamıyoruz…

Kendini öncelemenin bulaştırdığı bir başka hastalığımız daha var son zamanlarda: hasta ziyaretinde bile selfie (öz çekim) yapmak! Geçmiş olsun demeden önce bir görüntü alıyoruz. Öyle ya kendimizi ve yaptığımızın değerini önceleyip, iyi insan imajımızı perçinlemez sosyal medyada paylaşmazsak kim bilecek orada olduğumuzu! Hastayı düşünmüyoruz, ne hisseder demiyoruz kısacası empati yapmıyoruz. Bu yüzden de yaptığı hasta ziyaretinden bile kendisine pay çıkaran bireyler olarak kuşu ölen bir yavruya taziyeye giden bir Peygamberin (sav.) bize bıraktığı ruh inceliğini her gün biraz daha yitiriyoruz.

Selam vermek sadakadır bizim inancımızda, kulağımızda kulaklıklarımız, pür telaş işimize giderken yanımızdan geçen mahalle sakinini görmezden gelmek değil. Ya da otobüste, metroda insanın bulunduğu her yerde kendimizden başkasını yok sayıp ayrıcalık beklemek değil. “Üstünlük ancak takva iledir.” Kılık kıyafet, şan şöhret ile değil. Biliyoruz ama imanda eksik kalıyoruz.

Narsisizmin bizi biz olmaktan çıkaran zararlarına bunlar gibi sayısız örnek verebiliriz.

Farkında mıyız peki, bir dönüşüm gerekli bize, bir öze dönüş… İhlâsı, ihsanı, hayâyı diğer gamlığı karakterine yansıtmış, bu güzel ahlakları hayatının merkezine alan birbirini selamlayan, önemseyen başkası için yaşayabilen insanlar olmaya ihtiyacımız var yeniden. Bunun için gayret kemerini kuşanmalıyız. Sorumluluk almalıyız. İnsanların yekdiğerine, topluma, kültüre sunabildikleri değerler kadar başarılı kabul edilebileceklerini anlatmalı, çocukların eğitimini baş meselemiz haline getirmeliyiz. Geleceğe ümit ile bakabilmek; güzel ahlaklı, güzel yetişmiş, ilim sahibi maddi ve manevi eğitimden geçmiş gençler yetiştirmeliyiz...

Cenab-ı Hakk, bu şuurla hareket edebilmeyi her birerlerimize lütfeylesin inşaAllah.

bottom of page