Betül Yazgan Çicek / Şubat 2018
Kalbin Rüşdü
İnsanın şahsiyeti iki şeyden mürekkeptir, birincisi kazancı ikincisi beraberinde bulunduğu insan.
Kazanç çok geniş bir kavram elbette ama en basit şekliyle insan kazancıyla beslenir diyebiliriz. İnsan bedenine giren her şeyi kazancıyla sağlar. Helal kazanç ve akabinde helal lokma kişiliğin temelini oluşturur bu yönüyle. Halkayı biraz daha genişletecek olursak da kazanca bağlı olarak kullanılan eşyadan, içinde bulunulan mekâna; giyilen kıyafetten toplum içinde elde edilen mevkie kadar hemen her şey kazanca bağlı bir düzenin parçalarıdır. Ve tüm bunlar bizi ya kulluk yolunda ileriye taşıyan vesileler olur ya da Allah muhafaza ebedi azabın yakıtı. İşin can alıcı noktası ise şu: her iki durumda da tercih bize ait. Hâl böyleyken uyanık olmak şart. Tam da bu nedenle Cenab-ı Hakk Kur’an-ı Azimüşşan’da sık sık ihtar ediyor ya biz kullarını.
Paranın nereden ve nasıl kazanıldığı ziyadesiyle önemli çünkü insanın gönül âlemi buna göre şekilleniyor. Ya da zıddıyla gönül âlemimizin akışı kazancımızın akışına yön veriyor. Duruma nerden bakarsak bakalım sonuç değişmiyor: para- kalp ilişkisi… Süfyan Sevrî (ra.) “Kişinin dindarlığı ekmeğinin helalliği nispetindedir.” buyurmuş. Dikkate şayan değil mi? Allah yolunun yolcuları kursaktan geçen her lokmayı böyle ince ince hesaplarken günümüz Müslümanlarının hali ise içler acısı. Kapitalist sistemin dişlileri arasında maneviyatımız öyle tahrip oldu ki dindar tabir edilen kimseler bile daha çok para kazanıp daha çok hayır yaparım diyerek nice kabul edilemez yanlışlara gözü kapalı düşebiliyor. Helal haram sınırının ihlal edildiği, her minareye bir kılıfın bulunduğu zamanları yaşıyoruz Müslümanlar olarak. Hâlbuki hiçbir yanlışın doğru niyeti ve mazereti olmayacağı aşikâr. Yaşanan bu durumun tek açıklaması ise nefislerimizin oyununa gelişimiz.
Mülk Allah’ındır!
Büyük sermayelerle tüm sistemini daima kazanmak üzerine kuran zihniyetin maneviyatla bir bağı olmadığı gibi muhataplarının maneviyatı üzerinde de tüm dengeleri bozup alt üst eden bir tahrip gücü var. Sermaye odaklı bu zihniyet İslam’ın helal kıldığı ticarette kâr-zarar hesabını hep kârdan yana yapabilmek adına israf, konfor ve lüks yaşamı empoze ediyor topluma. Kalbî dengesini yitiren ya da daha acısı bu dengeyi hiç sağlayamamış geleneksel Müslüman! da bu şeytan üçgeninde (israf-konfor-lüks) tüm maneviyatını yitirip gidiyor da haberi bile olmuyor ne yazık ki.
Sürekli tüketim odaklı varlığını sürdüren bu yaşam tarzının neticesi ise tam anlamıyla bir insanlık enkazı. Zira ‘Mülk Allah’ındır.’ İnancından fersah fersah uzakta hep bana, daima bana felsefesiyle sürdürülen yaşam biçimlerinde ruha şifa bütün güzel ahlaklardan mahrum kalan ferdin ne kendisine faydası dokunuyor ne de içinde yaşadığı topluma. Paylaşma, kanaat, merhamet, şefkat, tevazuu, helal-haram hudutları yitirildikçe her yol mübahlaşıyor insanın gözünde. Ve dış cepheden çevresini iç cepheden ise kendi kendisinin maneviyatını talan eden bir sömürgeciye dönüşüyor insan.
Hâlbuki İslam her alanda olduğu gibi iktisat alanında da bir nizam kuruyor inananlara. Mülkün asıl sahibinin Allah olduğuna iman etmiş bir Müslüman kendisinin ancak bu mülkü kullanma hakkına sahip bir memur olduğunun da bilincine varıyor. ‘Hep bana, daima bana!’ anlayışının zıddına İslam’da muhasebe içten dışa, dıştan içe ve daimi devam ediyor.
Nereden kazandın? Nereye harcadın?
Bu sorulara verilecek cevaba göre hayatını tanzim eden Müslüman, kazancının helal haram sınırlarına dikkat edecek, israftan uzak duracak, malını paylaşmaktan geri durmayıp cimrilik illetine tutulmayacaktır elbette. Tüm bunları yapabilmesi içinde belirli bir kalbi kıvama kavuşmuş olması elzem tabi ki. Bu yönüyle bakıldığında kazancın, malın ve paranın bir hesap kitap işi değil kalp işi olduğu açıkça anlaşılıyor. Daha açık bir ifadeyle maddiyat yönetiminin kalbin rüşdüne bağlı olduğu gerçeği çıkıyor ortaya.
Peki, kalplerimizi bu hesaplarda ebedi kârdan yana nasıl çevireceğiz? Ömür sermayesini ahiret yurdunda külliyen kâra çevirenler nasıl başarmışlar bunu? Kalplere kıvam veren tasavvufla pek tabi ki. Müslüman’ın maddiyat ile yaşadığı tüm imtihanlarının özü nefsine uyması ve Allahın emir ve yasaklarından uzaklaşmasıdır. Tasavvuf ise bilindiği gibi nefsi terbiye ve kalbi tasfiyeden oluşan iki temel kaideye dayalı bir eğitim sistemidir. Nefse karşı asla beyaz bayrak çekilmeyen bir cenk söz konusudur tasavvufta. Bir yandan nefsin dizginlerini ele almaya çalışan talip, diğer yandan da kalpten Allah’tan gayrisini atıp takvaya erebilme cehdindedir. Hâsılı tasavvuf rızaya vasıta kılınacak bir nefisle daimi uyanık bir kalbe erişebilme sanatıdır.
Ya Firavun olur kulelere tırmanırsın ya Ebu Bekir olur arş-ı âlâda anılırsın!
Mala mülke esaretin başladığı nokta Müslüman’ın kanaat ve tevekkülden uzaklaşıp tevazuu gönülden düşürdüğü noktadır ki bu hasletlerin yerini hırs, haset ve ihtiras alır. İşte tasavvuftaki ‘bir lokma bir hırka’ tabiri ile önü alınan, ‘Uyan ey Müslüman! Sana yetecek olan bu kadardır. Fazlası ancak Allah’a yaklaşmak için birer vasıtadır.’ Dedirten hâl budur. Gerçekçi bir gözle baktığımızda gördüğümüz de farklı değil ki! İnsanın her işte olduğu gibi yemekte de bir kapasitesi var değil mi? Birkaç lokma ile doyabilen insanın mükellef sofralarda isyankâr eski roma imparatorları gibi çatlayana kadar yemesinin bir mantığı, gerçeklikte bir karşılığı yok aslen. Böyle sınır tanımama eğilimine sahip bir varlık olarak insanın belirgin bir nefsî ve kalbî terbiyeden geçmesinin de hem dünya hem ukba hayrına olacağı kesin.
Para iki yanı keskin bıçak adeta. Allah’a yaklaştırır da uzaklaştırır da. Bu mesafe kalbin durumuna göredir. Yani kalp nasılsa para ona göre şekillenir. Ya Firavun gibi gökleri delip (hâşâ) Allah’a kafa tutan kuleler yaptırırsın paranla ya da Hz. Ebu Bekir (ra.) gibi Allah’ın dinine omuz verirsin, adın yazılır razı olunan kullar arasına. Bunun içindir ya Allah dostlarının her hallerini büyük bir titizlikle, adeta kuyumcu terazisi hassasiyetiyle tartmaları. Bilirsiniz kuyumcu tezgâhlarındaki terazileri, gram değil miligram hassasiyeti vardır o terazilerin. Alacak verecek hesabı ince ince yapılır. Bir de oduncu kantarları vardır ki hassasiyeti ancak bir odun parçası kadardır.
VIP kartlı Müslümanlar…
Günümüz Müslümanları olarak bizlerde ise ne acıdır ki kantarın topuzu kaçalı çok oldu. ‘Kendini hiç ölmeyecek zanneden kişinin çalışması gibi dünya için çalış…’[1] hadisinin sade bu kısmını alıp hayatının merkezine oturtmuş, saptığı türlü çeşit yanlışa kılıflar uydurup Müslümancasını! yapmaya çalışan; çalıştıkça kazanan, kazandıkça şeytanın ve nefsinin oyuncağı olan bir tuhaf Müslüman toplum çıktı ortaya. Ne acıdır ki kendisine ancak birer oyalanma olan malı ve mülküyle tekebbüre kapılan, bırakın kırk yamalı libası bir giydiğini bir daha giymeyen, yediğini beğenmeyen, cebindeki VIP kartlarıyla sırattan da tek seferde geçebileceği yanılgısında, kendisine ihsan edilen rızıkla baş edemeyen burjuva Müslümanlarına dönüştük. Oysa ne buyuruyor Cenab-ı Hakk: “Allah’ın sana verdiği servet ile ahiret yurdunu ara; dünyadan da nasibini unutma; Allah sana nasıl iyilik ettiyse sen de öyle iyilik et”. [2] Yani para seni değil sen parayı kullan diyor.
Allah’ın ayetlerine imanımızı kişilik ve ahlak haline getirmeye, bunun için de disiplinli bir terbiyeye ihtiyacımız var. İmanı ihsan şuuruna yükseltmeyi hedefleyen tasavvuf, Cenab-ı Hakk’ı her an görüyormuşçasına, kendini her an her yerde O’nun huzurunda hissederek yaşama bilincine erdirir talibini. Bu bilince sahip Müslüman hayatının her cihetini ilahi emir ve yasaklara göre tanzim eder. Bu dikkatli yaşam da kalbin seviye kazanmasına zemin hazırlar. Kalp seviye kazandıkça hem maddi hem manevi hayat seviye kazanır.
[1] Abdurrauf El-Münavi, Feyzül-Kadir, c, 2, s, 12. Mektebetül Ticariyyetül Kübra. Mısır. 1356, Kenzül Ummal, c, 3, s, 40, hn: 5379. Beyhaki, Askeri ve Ebu Nuaym’dan naklen.
[2] Kasas, 77