Betül Yazgan Çicek / Ağsutos 2018
MODERN DÜNYANIN SEFALETİ: BAĞNAZLIK
Ciddi bir sosyal medya takipçisi iseniz son zamanlarda medya aracılığıyla çok sayıda deneyin yapıldığını ve çoğunun da insan ilişkileri üzerine olduğunu görmüşsünüzdür.
Bunlardan bir tanesi de Mustafa adında bir Müslüman gencin İsveç’te yaptığı ‘BANA SARILIN’ deneyi. Gözlerini bağlayarak üzerinde "Ben bir Müslümanım. Terörist değilim. Bana inanıyorsanız bana sarılın." yazılı bir pankartla sokağın ortasında duruyor Mustafa. Onun bu halini gören pek çok kişi -genç-yaşlı, kadın- erkek- ‘insan’ olmanın verdiği bir içgüdüyle gence sarılıyor. Hatta genç bir adam akan trafikte aracını durdurup iniyor ve koşarak gelip gence sarılıyor ve tekrar koşarak aracına dönüyor. Sarılan insanların yüzlerine dikkat kesilirseniz çoğunun şaşkın hatta çok şaşkın olduğunu görüyorsunuz. Kimisinin dudağının kenarına bir buruk tebessüm asılı kalıyor kimisi sarıldığı gencin sırtını sıvazlamakta buluyor çareyi kimisi de içinden gelerek bir Müslüman’a nasıl sarılıverdiğinin şaşkınlığını yaşıyor kendi içinde. Ama hepsi bir ortak paydada buluşuyorlar ‘insan’ olmak…
Görüntüleri izledikçe 21.yüzyıl insanının içine düştüğü durumu daha net görüyorsunuz. Modern dünyanın geldiği noktadan yaşananları düşünmeye başlayınca da anlam kazanıyor videodaki insanların yüzlerine yansıyan iç çekişme. İster istemez bir soruya takılıyorsunuz: bu insanların yolda hiç tanımadıkları bir gence Müslüman olduğunu bilmelerine rağmen!!! sarılmalarını sağlayan bu kuvvetli duyguyu ya da güdüyü körelten, bu ‘insan’ları iflah olmaz birer İslam düşmanı haline getiren şey ne?
Meseleyi evrenin kaostan kozmosa uzanan yolcuğunda her şeyin bir karmaşa ve bir düzen ekseninde var olduğunu göz önüne alarak okuduğunuzda, hiçbir şeyin tek taraflı olmadığını, madalyonun iki yüzünden okunması gerektiğini anlıyorsunuz. Bunu yaparken de ancak adalet terazisinin kefelerine ‘ama’ları değil ‘aslında’ları koyarak yol alabileceğimizin, iğneyi kendimize çuvaldızı başkasına değil, çuvaldızı doğrudan kendimize batırabilirsek meselenin çözümüne daha çok çaba harcayabileceğimizin de farkına varıyorsunuz.
Batı’nın nefret ürünü olarak İslamofobi…
Son zamanlarda İslam söz konusu olduğunda akla gelen iki kavram var: ‘terör’ ve ‘fobi’.
Asla bir araya gelmemesi gereken iki kavram din ile terör. Ne yaparsak yapalım bir türlü kıramıyoruz Batı’nın özenle beslediği ve terör kılıfına sokup en çok da kendisinin inandığı bu İslamofobik anlayışı. Özellikle Müslümanları kontrol altında tutmak ve özlük haklarına rahatça saldırabilmek için ellerinde açık bir kart gibi tuttukları bu hastalıklı düşünce öyle bir boyutta ki tanımını ancak bağnazlık olarak yapabiliyoruz.
Bağnazlık öyle sanıldığı gibi dinden kaynaklanan bir anlayış değil, kendi düşüncesinden farklı olan bir düşünceye tahammül etmeyen ve nefret üzerine kurulu radikal bir ideoloji. Çoğu insan bağnazlığın dinden kaynaklanan bir anlayış olduğunu ve dinin de baskıcı bir yapıda olduğunu düşünür. Oysa bağnazlığın sebebi din değil, dinsizliktir.
1990’lı yıllardan beri kullanılan ‘İslamofobi’ terimi Batı için spesifik anlamını 11 Eylül’den sonra kazanmış gibi. Bu tarihten sonra yapılan pek çok araştırma var. İlk büyük rapor Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığını İzleme Merkezi tarafından yayınlanan 11 Eylül Sonrası Avrupa Birliğinde İslamofobi Konulu Özet Rapor. Bu rapor on beş Avrupa Birliği ülkesinde Müslümanlara karşı işlenmiş ırkçılık ve ayrımcılık eylemlerini belgelendiriyor. Ve raporun sonucuna göre Müslümanlar 11 Eylül’den sonra artan bir düşmanlığın açık hedefi. Rapora göre halk içerisinde var olan korku, önyargıları pekiştirmiş; taciz ve saldırı eylemleri de artmış.
Batı’nın İslamla ve dolayısıyla Müslümanlarla olan ilişkisindeki bu korku faktörü, bazı güç odakları tarafından özellikle beslenerek nefret üreten bir sektör haline getiriliyor. Sonucunda da cami kundaklamalardan Müslümanların mülklerine yapılan saldırılara; alay ve redden insanlık dışı ayrımcılığa kadar varan bir saldırı silsilesi ile karşı karşıya kalıyoruz inananlar olarak.
Dikkat buyurunuz, “inananlar olarak” diyorum. Zira adı ne olursa olsun problem elbette ki İslam’dan kaynaklanmıyor. Biliyoruz, iman ediyoruz ki İslam evrenseldir; her coğrafyada ve her toplumda yaşayabilir. Dolayısıyla burada esas problem İslam’da değil İslam’a tabi olanlarda.
Batı’yı saldırgan olmakla, Müslümanlar’ ı ezmekle, onlara zulmedip yok saymakla suçluyoruz. Evet, Batı’nın şer üreten mekanizması varlığını zulüm ve Müslüman kanı üzerinden sürdürüyor, doğru. Fakat Müslümanlardan da bu saldırgan tavrı besleyen, tabiri caizse kendi korkusunda boğulmak üzere olan Batı’nın değirmenine su taşıyanlar yok mu? Madalyonun diğer yüzünde sorulması gereken asıl soru bu!
Radikal İslamcıların kurbanı mazlum militanlar (!)
“İktidar gibi iktidarsızlık da sürekli olarak ifsat edilebilir.” der Şabbir Ahtar. Uğradığınız haksızlığı ya da zulmü ortaya koymak veya ortadan kaldırmak için masum bir cana kast ederseniz – ki ultra İslamcı hareketlerin İslamofobi’ye karşı geliştirdikleri bir çeşit savunma mekanizmasıdır bu- hem seküler faydacı etiğe hizmet etmiş olursunuz hem de inandığınız dinin icap ettirdiği mutlak ahlâki sınırların zıt kutbunda yer alırsınız. Savunma mekanizması kurmak adına aşırılıkları yöntem kabul ederseniz sadece kendinize değil davanıza da zarar verirsiniz. Kaldı ki bu konuda müfritlerin hakka adanmış masum ve mazlum Müslümanlara dolaylı yoldan verdikleri zarar ve yaşattıkları utanç, Peygamber örnekliğinde bize emredilen istikamet çizgisinin de kuvvetten düşmesine ivme kazandırıyor. Buna benzer davranışları Avrupa’nın herhangi bir yerinde bir gayrimüslim sergilerse davranışı sadece kendisini bağlarken ve hatta masumlaştırılırken, marjinal bir İslami grup herhangi bir eylem yaptığında bunun çamuru hemen yeryüzündeki tüm Müslümanlara ‘militan/terörist’ yaftasıyla teşmil ediliyor. Madalyonun diğer yüzünden görünen pek çok şeyden sadece bir tanesi üstelik bu. Bu konuda doğacak tepkiyi hesaplarken yeni dünyanın en etkin kitle imha silahı olan medyanın da bizden yana olmadığını unutmamak gerekiyor tabi.
Çözüm istiyorsak sorunu tahlil edecek disiplini kurmalıyız!
Yaşanan her şeye bir bütün olarak baktığımızda geleneksel İslami kurumların kendilerini modern çağa ve Müslümanların ihtiyaçlarına göre revize etmemeleri, manevi hayatın ihyâsındaki noksanlıklar, modern dirilişçi İslamcının temelden yargılayıcı ve doğrudan amele yönelik, vahyin asıl maksadının ahlakın ıslahı olduğunu göz ardı eden tavrı ve belki de en önemlisi inananların İslam’a olan bağlılık ve takvalarındaki geçici kararlılık hali, ümmetin buhran içinde olduğunu gösteriyor. Manevi ve kültürel yenilenmeyi hedefleyen katışıksız sadakat sahibi Müslüman grupların teşkilinde yaşanan bu sıkıntı, başarısızlık düşüncesiyle birlikte radikalleşmenin de artması anlamına geliyor.
İslam dünyası tümüyle çok tahripkâr bir dönemden geçiyor. Avrupa’da beş yüz yılı almış olan değişim tarihi, İslam dünyasında kırk elli yıllık bir geçmişe sıkışmış durumda ve bu da yapılan her şeyin yüzeyde kalmasının temel nedeni. Müslümanların kendilerine dayatılan fakat inanç dinamikleriyle bağdaştıramadıkları bu değişime karşı duydukları güven problemi ve yaşadıkları çok yönlü baskı bir yandan onları sindirip, inanç noktasında işlenmemiş bir fikr-i sabite saplanmalarına sebep olurken diğer yandan da kimlik karmaşası yaşamalarına neden oluyor.
Hal böyle iken Müslümanlar olarak bir değişime değil dönüşüme ihtiyacımız olduğu açık. Öyle bir dönüşüm ki topyekûn bir kemâle erme ile kalbin beslendiği, nefsin teskin edildiği bir dönüşüm… Eğer bunu başaramazsak Allah’ın dinine karşı çığ gibi büyüyen adı konmuş, konmamış türlü çeşit düşmanlıkları tahlil edecek ve onlarla uğraşıp çözümler üretecek akademik disiplinleri asla üretemeyeceğiz.